İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çocuğun Kurguları – 3

Bölüm 1.

Bölüm 2.


3.

Önce bir kişi uyudu. Sonra birkaç kişi. Sonra herkes. En sonunda, dünyada uyanık kimse kalmadı.

Ormandaki yaşlı adam, onun köpekleri, Nesrin, Selma, üniversitedeki arkadaşlarım, hocalarım, annem, babam ve dünyadaki her bir insan. Uyudular.

Dünya bembeyaz bir suskunluğa büründü. Çıt çıksa, dünyanın herhangi bir ucundan duyulabiliyordu. Ama herkes derin bir uykuda olduğu için kimse duymuyordu. İnsanın uyanık olmadığında yaşam devam ediyor, hayat akıyor, dünya dönüyor, günler geceler birbirini kovalıyor ama bunun kimse farkında olmuyordu. Herkes uyuyordu.

Nasıl oldu, bilmiyorum. Yatağa girdiğimde sabah bir hikâyenin içerisinde uyanmak istediğimi dilememden mi kaynaklandı acaba? Yatayım, gözlerim kapansın, uykuya dalayım. Çok güzel bir rüya göreyim. Mesela Nesrin’le mutlu bir hayatı paylaşıyormuşuz. Birbirimizi dinliyor, anlıyor, konuşuyor, bazen tartışıyor ama bir şekilde orta yolu buluyor, velhasıl yaşıyormuşuz. Nerede, ne şekilde olduğumuz pek mühim değilmiş. Bir hikâyemiz varmış ve biz ona inanıyor, manasını yalnızca ikimiz biliyormuşuz. Taşta yazan sır gibi. İkimizin hikâyesi.

Sabah uyandım. Annem uyanmamıştı. Babam da. Aksi bir şey olduğunu düşünmedim. Saate baktım, baya ilerlemiş. Geç kalıyorum. Hazırlanıp çıktım. Apartmanı dinliyordum. Sokağı. Dünyayı rüzgârın sesi dolduruyordu. Kuşlar dahi susmuştu. Sanki, hep beraber birlik olmuşlar, bir, iki, üç, tıp! demişler ve susmuşlardı. Ya da ben. Sağır olmuştum. İnsan iç sesini duyuyorsa sağır değildir. Birkaç kere parmağımı şıklattım, dizlerimde ellerimle tempo tuttum. Sonra aklıma geldi, bir iki kelime ettim. Duyuyordum. Sağır değildim. Ama hayat çok sessizdi. Oh, dedim, ne güzel. Dünya sessizken daha çekilebilir.

Yolda kimse yok. Dükkanlar açılmamış. İhtilal mi oldu. Sokağa çıkma yasağı mı var. Böyle kapsamlı bir yasak daha önce görmemiştim. Gün doğumundan gün batımına günün 24 saati haftanın 7 günü yılın 12 ayı kuşlar ve kediler ve köpekler ve insanların dahil sokağa çıkmasını, konuşmasını, bir çıt dahi çıkarmasını yasaklayan kanun hükmünde kararname. Kendi kendime kıkırdadım. Duyuyordum. Kendim hariç hiçbir hayat belirtisi yoktu. Yürüdüm.

Dükkanların spotları sönük, her yerde rüzgâr ıslık çalıyor. Bir gariplik var. Nasıl bir öyküye uyandım.

Ne bir araç, ne tren, ne dolmuş. Yürüyerek üniversiteye vardım. Okulun ilk günü erkenden bahçede biten tez canlı öğrenci gibi. Banka oturdum. Bir sigara yaktım. Bir tane daha. Sonra bir tane daha. Sigaranın çıtırtılarını dinleye dinleye bir süre zaman geçirdim. Yok, olmuyor. Sıkıldım. Zaman geçmiyor.

Telefonla insanlara ulaşayım dedim. Birer birer arkadaşları aradım. İlki açmadı. Zaten pek derslere gelmezdi. İkincisi. Üçüncüsü. Dördüncüsü en çalışkanı, kesin açar, belki sınıftadır diye düşündüm. Açmadı. Nesrin’i aradım. Açmadı. Selma’yı arayayım, kıkırdasın, dedim. Açmadı.

Beni dünyanın ortasında bir başıma bıraktınız. Yalnız başıma. Yalnız.

Çok fazla hikâye mi anlatıyordum? Yalan yanlış kelimeler üretip o kelimelere saçma sapan geçmişler giydiriyorum diye mi yalnız bırakıldım. Hiç mi beni sevmediniz.

Üniversitenin bahçesinden çıktım, karşıda bulunan ormana doğru yürüdüm. Kar kalkmıştı, yürümesi eskisi kadar zor değil. Arada sırada etrafıma bakıyordum. Belki insan görürüm de içimdeki telaş son bulur. Yok. Yoklar. Herkes mi gitti. İstemsiz bir aceleyle ormana daldım. Eski kiliseye doğru yürüdüm. Harabenin içindeki çadır duruyordu, yanaştım. Hayal değilmiş. Hikâye değilmiş. Ben uydurmamışım. Çadırın içine baktım. Yaşlı adam uyuyor. Uyandırmayayım dedim. İçim ferahlamıştı. En azından, bir kişi de olsa insan yüzü görmüştüm. Oh, dedim. İnsan göreceğime hiç bu kadar sevineceğim aklıma gelmezdi.

Gerisin geriye üniversiteye döndüm. Belki de, dedim, ben henüz uyanmadım. Bir rüyanın içerisinde dolanıp duruyorum. Bunu da yüksek çözünürlüklü yaşıyorum. Evin salonuna gelmeyen teknoloji, dedim, rüyalarımda gerçekleşiyor. Bari, dedim, evime döneyim yatağımda seyredeyim. Rüyayı.

Bomboş yollardan yürüdüm. Sessizlik içerisindeyken, insan kendi sesini daha çok duyuyor. Hele iç sesin, aklını bulandıracak şeyler sayıklayıp duruyor. Ya bir rüya değilse, ya herkes seni bir başına bırakıp gitmişse. İyi de, diyordum, büfede sigara satan adam beni niye terk etmek istesin. Ya da dolmuş şoförü. Kesin, dedim, bir iş var. Ben rüya görüyorum, gördüğüm rüyayı kaldıramıyorum.

Eve döndüm. Annemle babamın odasına baktım. Annem ve babam yatıyordu. İyi dedim. Madem onlar yatıyor ben de yatayım. Yatağıma uzandım. Evi dinledim. Dünyayı. Sessizlik. Uyumuşum.

Rüyamda, insanların beni uyandırmaya çalıştıklarını gördüm. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar beklerlerse beklesinler uyanmıyordum. Annem perişan, babam ne yapacağını bilmez vaziyetteydiler. Eve türlü çeşit doktorlar geliyor, beni hastaneye yatırıyorlar, profesörler inceliyor, haberciler, gazeteciler bilgi alma telaşında. Diyorlar ki, niye uyanmıyor doktor bey, şimdilik bir şey söylemek güç, gerekli tetkikleri yaptık, sonuçları bekliyoruz, kendisinin uyanmamasının sebebini kesin bir şeye bağlayabilmek için sonuçları görmemiz gerekiyor. Sonuçlar geliyor, aksi, olumsuz bir şey yok, sapasağlamım ama uyanmıyorum. İyice merak artıyor, akşamları haber programlarında tartışma konusu ediliyorum. Diyorlar ki, neden uyuyor. Sosyologlar konuşuyor, siyaset bilimcileri, çok bilmiş saçma sapan insanlar. Her akşam ekranlarda bir sürü kafa beni tartışıyor. İktidar sahipleri beni tutuklamaya çalışıyor, pasif direniş sergiliyor, hükümeti eleştiriyor, cezasız mı kalsın, herkes onun gibi olur da uyursa, memleketin, dünyanın hali ne olur. Eve polis geliyor, kapıda koçbaşı dayanıyor. Güm. Güm. Güm. Annem babam direniyor. Annemi yerlerde sürüklüyorlar, yapmayın, dokunmayın, o daha çok küçük diyor. O daha bir çocuk. Uykumda alıp beni götürüyorlar. Hapishane ranzasında uyuyorum. Bir güzel uyuyorum.

Uyandım. Etrafıma baktım. Sessizliği dinledim. Değişen bir şey yok. Kalktım, anneme, babama baktım. Hâlâ uyuyorlar. Seslendim. Yanlarına gidip sarsarak uyandırmaya çalıştım. Yok. Aynayı burunlarına tuttum, buğulandı. Yaşıyorlardı. Ölmemişlerdi ama uyanmıyorlardı da. Salona döndüm. Çıldırıyor muyum acaba diye düşündüm. Televizyonu açtım. Kanalları geçtim. Hiçbirinde yayın yok. Radyoyu açtım. Ses seda yok.

Çıldırdığımı düşünmeye başladım. Açıklama yapamıyordum. Bir başıma mı kalmıştım dünyada, herkes mi uyuyordu? Ne yapacaktım. Mutfağa gittim. Karnım acıkmıştı. Dolabı açtım. Boş boş bir süre baktım. Sonra kapattım. Salona döndüm, koltuğa oturdum. Bomboş baktım. Baktım. Baktım.

Düşündükçe, aslında yaşamımda pek bir şeyin değişmediğini fark ettim. Oradalardı. Bir şekilde yaşıyorlardı. Nefes alıyor, aynada buğu yapıyorlardı. Telefonlarımı cevaplamıyorlar, söylediklerimi dinlemiyorlardı. Paniğe gerek yok, dedim. Her şey yolunda. Nasıl olsa uyanırlar. Beni ilgilendiren bir şey yok. Onları ilgilendiren bir şey yok. Sadece uyuyorlar. Uyanacaklar ve yaşamlarına kaldıkları yerden devam edecekler. Okula, işe gidecekler. Birbirlerini umursuyor gibi yapacaklar. Herkes kendi derdine düşecek. Kadınlar, işçiler, çocuklar ölmeye devam edecek. Savaşlar sürecek. Ekranlarda başlar konuşacak. Radyolarda, televizyonlarda yalanlar söylenecek. Hastagler yüzünden insanlar tutuklanacak. Güçlüler güçlü, zayıflar zayıf kalacak. Her şey düzeninde akacak. Bir şey değişmeyecek.

Uyanacaklar. Hiçbir şey olmamış gibi unutacaklar. Yaşanmamış sayacaklar. Alışacaklar.

Ben. Ben mi? Ben her zamanki gibi hikâyeler uydurmaya devam edeceğim. Bunun gibi. Kimse inanmayacak. Yanımdan geçip gidecekler. Beni fark etmeyecekler. Çocuğun kurguları diyecekler. Geçiniz, diyecekler. Geçiniz.


Devam edecek. Yani umarım.

Bir yorum

  1. Ramazan çinko Ramazan çinko 3 Mart 2020

    Bu çok iyi
    Bazı yerleri hızlıca geçmişsin oralarda yavaşlarsan ilyada çapında bir destana dönüşebilir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir