İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Aşırı ret cevabı içeren ilk kitap yolculuğu

Sayısını unutmuştum. Kaç kere reddedildim, hatırlamıyorum.

Bunca yayınevi reddettiğine göre, eksikliklerim, hatalarım, göremediklerim vardı. Artık yabancılaştığım, okumaktan sıkıldığım öykülerime benim değillermiş gibi bakmam gerekiyordu. Bunu yapamadım.

Bundan yaklaşık altı sene önceydi. Çalıştığım yerin yazıcısından 14 öyküden oluşan ilk dosyamın çıktısını alıp Haldun Taner Öykü Yarışması’na yollamaya niyetlenmiştim. Çıktıları elime alınca, yazdığım şeyleri somut olarak ilk defa elimde tuttuğumu fark ettim. Yaklaşık 80 sayfaydı. Hepsini yeniden okudum. Arkadaşlarıma okuttum. Hepsi olumlu şeyler söylüyordu. Ben öykülerimi beğenmedim ama yine de yolladım yarışmaya.

Yolladıktan sonra mail kutuma yarışmayla alakalı bir ileti düştü. İletişim adresimi eklemeyi unutmuşum. Maille yolladım.

Bu hikâyenin sonu olduğunu bilmiyordum tabii ki. Yarışmayla alakalı hiçbir dönüş almadım. Büyük bir şevk kırıklığı içine düştüm. Olmayacaktı galiba.

Sizlere buradan sonra şunları söylemem gerekiyor: Bahsettiğim yıl, yani 2011 yılında henüz hiçbir matbu dergide yazım yayınlanmamıştı. Sadece sanal bir fanzinde derme çatma bir öyküm yayımlanmıştı. O bile inanılmaz bir özgüven vermişti. O özgüven, yarışma ile yıkıldı. Yazdıklarımın tamamı kısa öyküydü, hiç üç sayfanın üstünde öyküm yoktu. Özeleştiri yapmam gerekiyordu. Yazmak istiyorsam, neyi yanlış yaptığımı görmem gerekliydi. Oturdum okumaya başladım. Çok okudum. Günlerce, haftalarca, aylarca. Sait Faik okudum, Sabahattin Ali. Yaşar Kemal okudum, Ahmet Hamdi Tanpınar. Yerli yabancı ayırt etmeden okudum. İstiyordum ki gözlerim bozulsun, hep gözlük takmaya heves etmiştim. Gözlerim bozulmadı. Hâlâ.

2 sene boyunca çoğunlukla okudum. Gözlerim bozulmadı.

Sonra, birkaç dergiye yazımı yollamam gerekli, diye düşündüm. Sadece kendime üretip biriktirmekle yol alamıyordum. Kitabevlerini dolaştım, dergi ve fanzinler aldım. İletişim adreslerine öyküler yolladım, yazarlık için başvurular yaptım. Çoğu fanzinden olumsuz dönüş aldığımı hatırlıyorum. Dergilerin çoğundan ses dahi gelmiyordu. O sene, yani 2013’te yazdığım öyküleri yolladığım Yalnızlar Mektebi’nden dönüş aldım. Başka bir öykü daha istiyorlardı. Emin olamamışlardı. İki farklı öykü daha yolladım. Dönüş olumlu oldu. Birilerini öykülerimle ikna etmiştim. Sevincimi unutamam.

Yalnızlar Mektebi, benim yazı hayatımı değiştiren bir dergi oldu. Orada çok şey öğrendim, çok güzel insanlar tanıdım. Farklı yazarlar okudum, bilmediğim akımları araştırdım, değişik biçimlerde yazma deneyleri gerçekleştirdim. Orada yayımlanan ilk öykülerime baktığımda ne kadar toy olduğumu şu an büyük bir yüzsüzlükle söyleyebilirim. Oraya yazdığım yazılar, inanılmaz zayıf şeylermiş. Geriye dönüp bakınca fark ediyorsunuz.

İnsan böyle bir varlık: Anın içerisinde eylemlerinin, edimlerinin manasını, içeriğini ve değerini sorgulamaktan yoksun. O an doğru gelen hareketleri veya eylemleri sonrasında düşününce, yani araya zaman girdikten sonra değerlendirince, ne kadar acemice ve hatalı şeyler yapabildiğini görüyor insan. Mesela şu an yazdıklarım için seneler sonra bu düşünceye ulaşabilirim. Çünkü insan kendini tamamlayabilen bir varlık değil. Sadece dolu tarafla övünmeyi seven, boşluğu tartamayan bir yapımız var. Evet, galiba böyle.

2013 yılında hayatımda iki önemli şey daha oldu. İlki bireysel bilincimi etkiledi: Gezi. İkincisi bireysel mutluluğumu tamamladı: Merve. Yaşadığım duygusal yoğunluk ve gördüğüm devlet politikaları yazma edimime sokuldu. Yazdıklarımın içerisine sızan olguların yoğunluğunu gözden geçirmeye karar verdim. Bu benim için önemli bir keşifti. Aklımdaki, yazmak istediğim konunun çığırtkanı olmamam gerekiyordu. Bunu öyle yapmalıydım ki, derdimi anlatabilmeli aynı zamanda da insanların gözünde eğreti bir anlatıcı konumuna düşmemeliydim. Yazıdan kendi kişisel duruşumu soyutlamalı, ortaya az, seyreltilmiş ama altı dolu, kararında metinler çıkmalıydı. Bu düşüncenin üzerine yoğunlaştım. Yazdıklarımı bozdum. Bozduklarımı toparlayamadım. Parçaladığım metinlerin çoğu paramparça aynı yerinde duruyor hâlâ. Lakin toparlayabildiklerim, yolumun, tercih ettiğim güzergâhın yapı taşı oldular. Bu esnada tanıdığım özel bir kişilik; Sedat Demir düşüncelerimin üzerinden geçti. Yapmamam gerekenleri anlattı. Onun yapma, dediklerini yine de yaptım. İnsan iradesi kolay kırılmıyor. Bunu zamanla öğreniyorsunuz.

Bu düşünceler etrafında yeniden toparlanan öyküler yeni bir dosya oluşturdu. Adı Unutanlar Bürosu’ydu. Merve, okumalarını yaptı. Yeni editör olma yolunda ilerlerken bana yol gösteriyordu. Öğrendiklerim unuttuklarımdan azdı. Unutamadıklarımı temizlediğimde bir şeyleri somutlaştırabileceğimi gördüm. Tek dert unutmaktı. Unutma eylemi, birisini ya da yaşananları unutmak olarak algılanmasın. Yazma alışkanlıklarımdan bahsediyorum. Elin de düşüncenin de ayarı yok. Uzunca senelerdir oluşan bir yazma alışkanlığı kolay törpülenmiyor.

Unutanlar Bürosu, gittiği tüm yayınevlerinden olumsuz yanıtlar alarak geriye döndü. Hatalarımdaki ısrarlarım ya da alışkanlıklarımdan vazgeçemeyişlerim bu sonucu doğurdu.

O dosyada 8 öykü vardı. Kalemimi çekiç yapmam gerekiyordu. Artık bakmaktan bıktığım öykülerimin başına yeniden geçtim. Uzun geceler boyunca kalemimle öykülerimi kırdım. Birkaç paragraf öncesinde bahsettiğim şeyi yeniden yapmaya çalışıyordum. Aynı düşünce fakat bambaşka yollar. Öykülerin yapısını bozdum, kişileri belirginleştirdim, zaman ve mekân algısını yerleştirmeye çabaladım. Öyküler attım, yeni öyküler yazdım. Öyle öykülerdi ki daha önce yazmaya yeltenmediğim uzunluktaydılar. İçinde kurgu olmayan, çocukluğumdan izler taşıyan birbirine bağlı olmayan olayların birleştirilmesinden kurulu öyküler… Emrah Serbes ağzı, Mahir Ünsal Eriş özentisi. Sonrasında pişman olduğum öyküler… Evet, bunu söyleyebiliyorum. Yazdığım şeylerden pişmanlıklar hissettim. Yazmamam gerekiyordu. Şimdi nerede olduklarını bilmediğim öyküler yazdım…

Bir sene boyunca sürdü bu, zaman kaybıydı. Aynı zamanda dergi için araştırmalar, farklı dergiler için öyküler yazıyordum. Benim için hayli üretken bir yıldı 2014 yılı. Çokça insan tanıyordum, onların çalışmalarını okuyor bunların yanında da yerli-yabancı yazarlar keşfediyordum. Istrati’yi keşfetmem, Saroyan’ı sevmem, Fante’yi, Perec’i, Canetti’yi okumam hep bu zamanlardadır. İyi yazarlar okuyunca, insan yazdıklarından utanıyor. Utanmaktan da öte, yazdıklarımı okusunlar ve de bassınlar diye yayınevlerine yollamam inanılmaz derecede çocukça geldi. Büyümeyen bir çocuk gibi hissettim. Bazen hâlâ öyle hissederim. İnatçı, hatalarında direten, otuzunu geçmiş bir çocuk…

O sene Ahval isimli bir fanzin yayımladık. Bir sene sürdü serüveni. Orada güzel dostlar edindim. Sadece yazmanın değil yayına hazırlamanın da zorluklarını deneyimledim. Yayıncılık, dergicilik hakikaten meşakkatli ve dışarıdan göründüğü gibi hiç de kolay olmayan işlerdi. Bunları mutfağında öğrenmek, eşsiz olduğu gibi oldukça zahmetli ve yorucu olmuştu. Yine de hiç pişman olmadığım bir işti Ahval. Hâlâ içimde bir yerlerde, delilik gibi arada kendini hatırlatan bir fanzinci ruhu var. Yarım kalmış bir melodi. Tamamlanmayı bekliyor.

Tüm bu okuma, yazma, yayına hazırlama, dağıtma, araştırma, değerlendirme, kendini kurcalama, sökme, dikme, biçme ve diğer sıkıntılı işler arasında, Unutanlar Bürosu’na bambaşka bir şekil verebilmiştim. Ve başvuruları süren Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği Öykü Yarışması’na yolladım. Çok çalışmaktan sınavda aklı karışan öğrenci gibi hissediyordum. Hiç emin olamadığım bir haldeydi dosyam.

Yazarlar tanıyor, onlarla sohbet ediyor, kitaplar okuyor öyküler yazıyordum. 2011’den 2015’e kadar geldiğim nokta benim için durup düşündüğümde hayret vericiydi. Yazıları hiçbir yerde yayımlanmamış birisiyken, 4 senede onlarca kez reddedilmiş, dergilerde yazıları çıkmış, fanzin çıkartmış, yazarlar tanımış, söyleşiler yapmış ve yazma üzerine düşünceleri değişmiş birisi olmuştum. Merve’yle devasa bir kitaplığımız olmuştu, onun da okumayı bu denli sevmesi beni inanılmaz motive ediyordu. Önceleri sadece yazmak benim için mühim bir konumdayken, artık okumak daha mühim bir mertebeye ulaşmıştı.

Konuşmak, düşünceyi bölüşmek, tartışmak, önyargıyı kırmak… Yolun başında, emeklemeyi bile beceremeyen konumda birisiyseniz bunlardan çekinmemeniz gerekiyor. Unutanlar Bürosu’nu yolladığım ve olumsuz yanıt aldığım yayınevlerinden birine yazmaya karar verdim: Neden beni sevmediniz? diye sordum. Maili attıktan sonra, cevap alacağımı hiç düşünmemişim ki çalan telefonumu açınca kekeleyerek konuştuğumu hatırlıyorum. Ben heyecanlanınca kekeliyorum. Çocukluktan kalma bir durum. Çocukken, çok küçükken kekeme olduğumu anımsıyorum. Arada, böyle durumlarda nüksediyor. Arayan Sibel Öz’dü. Benimle inanılmaz samimi konuştu. Yanlışlarımı, yapmam gerekenleri tek tek, öykülerin üzerinden ilerleyerek anlattı. Anlattıklarını uyguladım. Hatta dilbilimci bir arkadaşımdan, Yasemin Koç’tan yardım rica ettim. Dosyamdaki öyküleri cümle cümle irdeledik. Yapısal olarak ne kadar kötü cümleler kurduğumu tahmin edemezsiniz. İşte insan böyle, en çok kendisine kör. O fırsat bulup düzenleme için notlar yolladıkça, ben oturdum kendime söve söve revizeler yaptım. Öyküleri kırdık, içerideki sesi billurlaştırdık. Hâlâ hatalar olabilir, mükemmel diyemiyorum çünkü bu çabanın ardından da çok fazla oynadım öyküler üzerinde. Kitabı elime alıp okuduğumda da bu hataları görebiliyorum. Nazar boncuğu.

Öyküler üzerinde çalışmalarım devam ederken, tamamen unuttuğum bir yönden ses geldi. Beni çağırıyordu o ses. Gelebilir misiniz, diyordu. Ankara’ya. Ödül törenine. Bende bir kuş heyecanı. Kekeme bir kuş. Tabii, gelmez miyim? Unutanlar Bürosu, Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nce övgüye layık görülmüştü. Mayıs’tı, Ankara’da yağmur yağıyordu. Heyecan içerisinde ödülü aldım, benimle beraber iki arkadaş daha: Engin Barış Kalkan ve Okan Çil. Yarışmanın kazanını ise Aliye Zorlu Mit oldu. Hepimizin şu an kitabı var. Hayat bir şekilde yollarımızı birleştirdi. Seviniyorum düşündükçe.

2015’i, ödülün heyecanı içerisinde pek üretken geçirdiğimi söyleyemem. O ödül, inanılmaz bir motive sağladı. Sedat Demir, yayıncım olacaktı, yarışmanın kazananlarına böyle bir güzelliği olmuştu. Sedat’la oturup dosya üzerine konuştuk. Uzunca. O hatalarımdan, yapmam gerekenlerden bahsediyordu; jüride o da vardı. Onun söylediklerini dinledim, yap dediklerini yaptım. Lakin aksilik, o sene olumsuz koşullar nedeniyle yayınevinde bazı kararlar alması gerekti. Kitap çıkmadı. Ama o dosya, ödülü kazanan dosya yine değişti.

Sibel Öz ve Sedat Demir’in söyledikleriyle, Yasemin Koç’un yönlendirmeleriyle artık nihai haline ulaşmıştı dosya. Zaman da bir hayli hızlı akmıştı. Evlenmiştim, bir kedi babası bile olmuştum. YM kapanmıştı. Ayı Dergi için okumalar yapıyordum, öyküler yazıyordum. Arada başka yerlere de öyküler yolluyordum. Yıl 2016.

Dosyamın son halini Ercan y Yılmaz’a gönderdim. Ercan Abi, kendisini ve öykülerini sevdiğim, kıymetli bir insan. Ufak tavsiyeler verdi, eleştirdiği yerleri dikkate aldım. Dikkate almak zorundasınız. Gelen eleştiri, dilinize, üslubunuza yönelik olsa da, ciddiye almak zorundasınız. Daha önce de dediğim gibi, insan en çok kendisine kör. Ve bana, yayınevi önerdi. Yolla, zaman kaybetme dedi. Yolladım.

O dönemden, sözleşme imzalama aşamasına kadar olan kısımda dosya üzerinde çok fazla değişiklik yapmadım. En önemli değişiklik, isim konusundaydı. Kitabın ismi “Bekliyor, bekliyor…” olacaktı, böyle karar vermiştim. Lakin, Sedat, dosya içerisinde yer alan kurmaca öyküleri de kapsayan bir isimde karar kılmam hususunda diretti, son görüşmemizde. Makul bir öneriydi. Dosya içerisinde en beğendiğim öykülerden birisi olan “Kırgın Anlatıcı” böylece kitabın adı oldu. Böylelikle hem kurmaca metinlerin boynu bükük kalmayacaktı, hem de dosya içerisindeki gerçek öyküler kurmacayla dengelenmiş olacaktı. İçime sinmişti.

Alakarga’nın yayın programı önüme geldi. Önce Mart ayında görünüyordu. Sonra araya bir proje girince bir ay sonraya kaydı. Kapak yapıldı. Dosya önce düzelti, son okumaya gitti, sonra mizanpaj… Arzu Bahar, Özgür Akkaya özenerek çalıştılar. Ve tabii Merve. Geçen süre içerisinde Alakarga’da editörlüğe başlamıştı. Önce eşim sonra da kitabımın yayıncısı oldu. Onu ilk gördüğüm an anlamıştım zaten, hayatımdaki her heyecanın içerisinde yer alacaktı. Öyle de oldu.

Nisan’da kitap baskıdan geldi. Elime matbaadan çıktıktan ve hatta dağıtıldıktan çok sonra geçti kitap. Yılların emeğini somut bir halde elimde görünce insan bir an bocalıyor. Onca düşünce, çaba, uykusuz geçen geceler, kaybolan kırılan öyküler, eksilen cümleler, yok edilen karakterler nihayet bana bu somut nesneyi doğurmuştu. İçimden konuşurken, kekelediğimi duydum.

İşte böyle, bir kitabın uzun kısa, yalan doğru hikâyesi budur. Üzerimde çok fazla insanın emeği var. Adını andığım anmadığım herkese tekrar teşekkür etmeliyim.

Böyle bir düşünceniz varsa, yani yazıyorsanız ve yazdıklarınızı yayınlatmak istiyorsanız birkaç ufak tavsiyem yazının içerisinde gizli lakin ben tekrar buraya özet geçeyim: Yazdıklarınızı insanlara okutun. Görüşlerini ciddiye alın. Herhangi bir düşüncenin çığırtkanı olmayın metinlerinizde. Metin içerisinde yeni bir dünya kurun, sınırlarını siz belirleyin; çünkü dış dünya yeterince gerçek ve acı verici. Kendinize alanlar yaratın, kendinizi yazmayın. İster istemez yazdıklarınıza sızacaksınız ama bunu okurun gözüne sokmaktan kaçının. Yazdıklarınız üzerinde eksiltmeler yapmaktan çekinmeyin. Eksiltin. Fazla ne varsa. Kırın, dökün ama toparlamayı bilin. Çok fazla tereddüt edin, kesinlikle emin olmayın. Metinlerinizi sesli okuyun. Kulak gözden daha iyi ayırt eder. Konuşun, tartışın, önyargılarınızı yıkın.

Reddedileceksiniz, vazgeçmeyin.

Yeniden reddedileceksiniz. Sakın vazgeçmeyin.

Yazın. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ta dediği gibi: “Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç.”

Ciddiye alınacak birisi değilim yine de bu satırlara kadar beni ciddiye alarak okuyanlara selam olsun. Zaman ayırdıkları için teşekkür ederim. Ayrıca bana bu güzel ve özel teklifle gelip kendimi ifade etme imkânı veren Artistik Belek’in güzel ekibine ne kadar teşekkür etsem az. İyi ki varlar, iyi ki Artizler!

Hayat bitecek, nefes tükenecek ama öyküler sona ermeyecek. Öykünüz bol olsun.

Not: Bu yazı Artistik Bellek’te yayımlanmıştır.

4 Yorum

  1. Fatih Çavdar Fatih Çavdar 9 Kasım 2017

    Merhaba,
    Bu hikayeleri okumak eğlenceli oluyor doğrusu. Çok merak ettiğim bir husus var; Bütün bu süreç içerisinde başka bir işte çalışıyor muydunuz acaba?

    • Caner Almaz Caner Almaz Yazar | 9 Kasım 2017

      Evet, tam zamanlı bir işim vardı.

      • Fatih Çavdar Fatih Çavdar 9 Kasım 2017

        Harika o zaman.

  2. Reyhan Reyhan 9 Ocak 2018

    Her şeyden önce pes etmeyişiniz, çabalayışınız etkiledi bu yazıda beni. Birçok yol denenmiş ve nihai sona ulaşılmış, bunun için sizi gerçekten takdir ettim. Eminim ki eseriniz olan ‘Kırgın Anlatıcı’ geçtiğiniz bu meşakkatli süreçten sonra sizin için çok büyük bir değere sahiptir. İnsan zorluklarla boğuşunca daha iyi anlıyor bir şeylerin değerini, en azından benim düşüncem bu yönde. Umarım çok başarılı biri olursunuz. (Umarım ben de bir gün başarmış biri olurum.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir