İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yılın getirdikleri – Bölüm 5: Mayıs

İçinde bulunduğumuz yoğun seçim gündeminin arasında, sesinin kaybolma olasılığı yüksek bir yazı yazıyorum.

Herkesin dilinde doğal olarak seçim, başkanlık, vaatler, adaylar, tartışmalar, siyaset, politika. Dahil olmamak mümkün değil. Her yanınızı sarmış propaganda dalgası içerisinde okuma yapmak da hayli güç. Bir de bunun yanına yeniden tam zamanlı iş hayatına dönmüş olmam, içinde bulunduğum zamanda okumaya ayıracağım vakti kısıtlayacak gibi görünmüştü. Fakat hiç de öyle olmadığını fark ettim. Geçtiğimiz mayıs ayında 8 kitap okuduğumu gördüm. Bir önceki ay, yani nisan ayında, işsiz güçsüzken 7 kitap okumuştum. Bu benim adıma sevindirici bir gelişme oldu.

İşin can sıkıcı tarafı ise bu süre içerisinde, yazmaya çalıştığım ve ilk bölümünü bitirdiğim roman çalışmamın ikinci bölümünde tek satır dahi yazmamış olmam. Burada beklememin temel nedenlerinden birisi (ya da daha dürüst bir deyişle bahanem) karakterimin benimle konuşmasını beklememdi. Konuşmadı. Konuşmayınca ben ne yaptım? Ben onu konuşturdum. Ve nihayetinde, uzunca sohbetlerimiz sonuncunda ikinci bölümün ilk sayfalarını yazdım. Artık gerisi gelir diye umuyorum.

Geçtiğimiz ay okuduğum kitapları kısaca değerlendireyim, ayın 20’si olmuş, geç bile kalmışım:

1. Seyrek Yağmur – Barış Bıçakçı

Barış Bıçakçı’yı çok severim. Neredeyse tüm yazdığı kitapları okudum. Son romanı Seyrek Yağmur’u ise, geçtiğimiz sene olanca tartışmaların sürdüğü zaman dilimi içerisinde okumak istemedim. Herkes kitap hakkında olumsuz görüş bildiriyordu. Ben de tüm bu görüş yağmuru içerisinde kitabı daha sonra okumak üzere raflardaki yerine koydum. Aradan neredeyse bir buçuk yıl geçmiş, tartışmalar unutulmuşken ben kitabı elime aldım ve okudum. İyi ki okumayı erteleyip geç okumuşum diyorum.

Barış Bıçakçı, Seyrek Yağmur’da, karakterlerini ve mekânlarını uzun uzadıya anlatmaktansa, bize az ve öz olanı sunup boşlukları bizlerin doldurmasını arzuluyor. Bu kurduğum cümleyle aklınızda şöyle bir düşünce doğmasın: Oldukça yavan, zayıf, olay örgüsü düzgün olmayan bir kitaptan bahsediliyormuş hissine kapılmayın. Aksine, Bıçakçı yapmak istediğini çok iyi kotararak, olabildiğince az cümle ve tasvirle bizlere olabildiğince geniş bir dünya tasviri sağlıyor. Güçlü bir anlatımın, bellekte iz bırakan bir kitabın altında yatan tüm duyguları içinizde hissediyorsunuz.

Barış Bıçakçı, Rıfat karakterinin hikâyesini 400 sayfada da yazabilirdi. Okuduklarımızdan bunun mümkün olduğunu görebiliyoruz. Yazsaydı, romanın diğer aksaklıklarını konuşacaktık. Ama 100 sayfada yazdı. Bu sefer, neden kısa yazdığını konuştuk. Edebiyat dünyamız böyle bir yer.

Kitapla ilgili daha detaylı incelemeyi Ne Okuyorum?’da yaptım, ilgilenenler için buraya linkini koyayım: http://www.neokuyorum.org/seyrek-bir-roman-okuru-doyurur-mu-seyrek-yagmur/


2. Romeo ve Juliet –  William Shakespeare

Daha önce okumadığım için pişmanlık hissettiğim bir metin. Shakespeare’in yüzyıllar boyu diri kalmış bu aşk hikâyesi, onlarca farklı uyarlamayla sinemaya, tiyatroya uyarlandı. Romeo ve Juliet’te yalnızca bir aşk öyküsü okumuyoruz; bunun yanında insanların hırsları ve aldıkları kararların hayatlarının gidişatını nasıl yönlendirdiğini görüyoruz. Aşkın önünde zamanın ve insanların duramadığını, ne kadar karşı çıkan olursa olsun, büyük bir aşkın yüzyıllar boyunca sürebildiğini görmek güzel. Shakespeare’in metin içerisinde insana ve insanlığa dair kurduğu cümleler de, anlatının yüzyıllar boyunca her kesimden insana hitap etmesinin temellerinden birisi galiba. Neyse, benim burada Shakespeare güzellemem yersiz olur, koskoca Shakespeare nihayetinde. Okuyunuz efendim.


3. Gün Bey’in Penceresi – Göknil Özkök

Çok az çocuk kitabı okuduğumu düşünüyorum. Bundan böyle her ay bir-iki de çocuk kitabı okumaya gayret göstereceğim galiba. Çünkü o edebiyat dünyasının içerisine girmek çok farklı bir deneyim.

Gün Bey’in Penceresi, naif hikâyesi ile sizi yakayan bir çalışma. Bodrum katında yaşayan Gün Bey, evinin penceresinden insanların sadece ayaklarını, çantalarını görmekte ve gördükleriyle onlara bir dünya kurmaktadır. Gün Bey sokağa çıkamaz, işe gidemez; çünkü engellidir. Yeni taşındığı bu evde yalnız yaşamaktadır. Bir sabah uyandığında penceresinin tamamen karla kapanmış olduğunu görür. Dış dünyayla neredeyse bağı kopmuştur. Cama yaklaştıkça görür ki dışarıda yağan kar, penceresinin önünü tamamen kapatmıştır. Ve dışarıdan çocukların sesleri gelmektedir: Neşeli, canlı, hayat dolu… İçine bir karamsarlık, hayattan uzakta kalma endişesi düşer. Bir karar alması gerekiyordur: Ya hayata dahil olmalı ya da ona uzaktan bakmalıdır.

Yalnızca çocuklar için değil, güzel hikâyesiyle büyükler için de kıymetli bir çalışma Gün Bey’in Penceresi.


4. Kurmaca Nasıl İşler? – James Wood

Yazma eylemiyle uğraşan herkese önerdiğim değerli bir kitap. Özellikle roman kurma üzerinde düşünen, zaman harcayan, çabalayan kişilere çok yardımcı olacağını düşündüğüm fikirler ve örnekler barındırıyor. İşin teknik boyutlarını gözardı etmeden metnin yazılması gerektiğini, her ne kadar metinde saf kalmanın önemini öne çıkartırken kuramsal yanının da ne kadar gerekli olduğunu anlatan bir kitap. Yaratıcı yazarlık, okurluk kurslarına giden arkadaşların yanı sıra alaylı arkadaşlarımızın da göz atmasında büyük fayda görüyorum.


5. O Ağustos Günü – Rindert Kromhout

Bir gün bir şey olur, beklemediğiniz bir şeydir ve tüm hayatınız baştan aşağıya değişir. Rindert  Kromhourt, gençlik romanı diyebileceğimiz O Ağustos Günü’nde bu cümleyi metninin temeline alıyor. Öncesinde genç kahramanımızın yaşadığı kasabadaki yerleşik hayatı öylesine detaylı anlatıyor ki, sonrasında olan yıkıcı bir depremin bıraktığı izleri çok net görüyoruz. Doğa olaylarının dünya ve insanlar üzerindeki etkisini çocuklara, gençlere anlatmak amacıyla yazılmış bu roman incelikli çizimleriyle de içinize işliyor. Edebi niteliği yüksek, yetişkinlerin rahatlıkla okuyabileceği bir roman.


6. Kemik Tozu – Zeynep Delav

Zeynep, bizim ailecek sevdiğimiz bir arkadaşımız. Kendisi iyi bir editördür. Yıllarca çalıştığı sektöre birçok değerli kitap kazandırdı. Şimdi de sahnenin diğer tarafında görüyoruz kendisini.

Dosyasını henüz yayınevine gitmeden evvel okumuş, kendisine çeşitli tasviyelerde bulunmuştum. Yani çoğu okurdan önce kitabı okudum; yalnızca kitaba adını veren Kemik Tozu isimli uzunca öyküyü kitapla beraber okudum. Zeynep Delav, kitabında bir denge tutturmaya gayret gösteriyor: Hem kadına, hem erkeğe bir yaklaşıyor. Beşeri ilişkilerden, toplumsal sorunlara, kadınların yaşadığı problemlerden, uluslararası insan problemlerine ve hatta içinde olduğu edebiyat sektörüne dahi dokunan öyküler kaleme alıyor. Kısa öykülerini sonda bekleyen oldukça güçlü bir öyküyle de taçlandırıyor. İyi niyetle öneriyorum.

Kendisiyle Kemik Tozu üzerine konuştuk; Ne Okuyorum?’daki söyleşiyi şuraya bırakayım: http://www.neokuyorum.org/zeynep-delav-dilin-imkanlarinin-en-fazla-oykuyle-gorunur-ve-kullanilir-oldugunu-dusunuyorum/


7. Kar, Köpek, Ayak – Claudio Morandini

Geçtiğimiz ay okuduğum ve peşin olarak herkese önerdiğim, kıymetli bir roman. Kar, Köpek, Ayak, gerçek bir karakterden yola çıkılarak yazılmış kurmaca bir metin. Yıllardır dağ başında yaşamakta olan karakterimiz, yalnızca ihtiyaçlarını görmek için indiği köy sakinlerinin bazılarıyla konuşmaktadır. Sert geçen kışı kıt erzağıyla ve yalnızlığıyla geçirir. İhtiyaçlarını karşılayıp barakasına döndüğü günlerden birinde bir köpek peşine takılır ve onunla konuşmaya başlar, evine alır. Uzun uzun konuşurlar, köpeğin insani duygularını köreltmeye çalışır, hayvani duygularının çoğu zaten kendisinde vardır. Beraberce barakada yaşamaya başlarlar. Bir kış günü, arazide dolaşırken karşılaştıkları bekçi işleri ve keyiflerini bozar. Zorla onlarla konuşmak ister, sıkıntılı sorular sorar. Böyle olunca öldürme fikri belirir kahramanımızın zihninde. Bunu yapar mı yapmaz mı, söylemiyorum. Lakin karların erimeye başlamasıyla, dağlardan dökülen çığların içinde bir cesedin ayağı gün yüzüne çıkmaya başlar. Buradan sonrası, hikâyenin zihin zorlayan kısmı. Ayak kimin ayağıdır, kim ölmüştür, kim öldürülmüştür? Cesedi aramaya çıkanlar var mıdır? Bu hikâye nereye bağlanacaktır.

Morandini, kıymetli bir roman hediye ediyor bize. Okuyunuz efendim. Pişman olmayacaksınız.


8. Eli Yaşında Bir Adam – Goethe

Konusu ilgimi çektiği için elime aldığım bir kitaptı. Elli yaşında bir adam, aile içi miras hesaplarıyla gittiği kardeşinin evinde oğluyla evlendirmek istediği yeğeninin kendisinden hoşlandığını öğrenir ve mirasın bölünmemesi için, biraz da 50 yaşından sonra böyle bir ilginin hoşuna gitmesi nedeniyle kendisini bu evliliğe hazırlamaya başlar. Ertesi sabah bir kalkar ki, hiç dikkat etmediği kadar yaşlanmış, yüzündeki çizgiler belirmiş, alnı açılmış, çökmüş, vücudunun rengi solmuştur. Bunlar bir gecede olan şeyler değildir tabii ki, karakterimiz hep böyledir ama daha önce kendisine hiç bu şekilde bakmamıştır. Kendini genç gösterebilmek için makyaj yapmaya başlar, özel yardımcılar tutar vs… Bu esnada oğlunun âşık olduğu orta yaşlı bir kadınla tanışır. Kadının kendisine gösterdiği ilgi karşısında iyice kendini beğenmişliğe bürünür. Oğlu ise yeğeniyle bir aşk yolculuğuna başlar… Karmaşık bir aşklar silsilesi içerisinde buluyoruz kendimizi. Zorlama bir kurgu olduğunu düşündüğüm bir kara komedi. Kısa bir roman, Goethe’nin insana dair tespitleri olmasa okumanıza gerek yok diyeceğim ama Goethe, her zaman Goethe…


Bu yazıyı yazmaya başladığımda ayın 20’si idi. Seçimler önümdeydi, artık arkamda. Ayın 26’sı olmuş, yazı gecikmiş. Bizler buruk. Edebiyata sığınmış haldeyiz. Bizi edebiyat kurtaracak. Evet, pek tabii, edebiyat kurtaracak.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir