İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yılın getirdikleri – Bölüm 3: Mart

Şubat ayının sonlarına doğru, yeni bir metin yaratmanın (daha doğru bir deyimle doğurmanın) yolculuğuna başladığımı yazmıştım. Geçtiğimiz ay içerisinde, çoğu gecelerimi yorucu bir üretim sürecinde geçirdim. Şanslıyım ki, bu süreç içerisinde beni rahatlatan, güzel metinler okuyabildim. Karakter doğurmak, metin yaratmak insanı gerçekten çok yoruyor; bu haldeyken, zihni yorucu başka metinlerle uğraşmak, yıpratıcı olabilirdi. Aslında bu tercihlerim tamamen denk geldi; öyle söyleyebilirim. Yani, kitaplar hakkında hiçbir ön bilgim olmadan okumaya başlıyorum. Genellikle merak ettiğim, okumak için beklettiğim kitapları okumaya gayret gösteriyorum. Mart ayında seçtiğim kitaplar, beni ziyadesiyle memnun etti. İyi metinler, kitaplar okumanın verdiği haz bambaşka.

Yazmaya gayret gösterdiğim romanın ilk bölümünü (4 bölüm yapmayı amaçlıyorum; her bir bölümün içerisinde de 7 ayrı alt bölüm olacak) bitirdim; bir ay gibi bir sürede yaklaşık 35 sayfa yazı üretebildim. Aylardır sıkıntısını çektiğim üretememe sorununu aşmışım gibi duruyor ve yeniden okumalarımda çok yoğun bir metin hazırlıyorum. Bakalım devamı nasıl gelecek. Gidişat ve finali aklımda ama aralarda ekleyeceğim bölümlerde neler olacak, ben de merak ediyorum…

Şimdilik bir kenara bırakayım bu konuyu ve geçtiğimiz ay okuduğum kitaplara döneyim:


1. Yara – Ayaz Ğıylecev

Palto Yayınları’ndan çıkan bu roman, İkinci Dünya Savaşı’na evlatlarını yollayan bir anne-babayla beraber, evlatlardan biriyle ona sadık sevdalısının hüzünlü hikâyesini barındırıyor. Tatar bir yazar olan Ayaz Ğıylecev’in, harbin cephenin ardında yaşattıklarını bizlere sunması açısından çok kıymetli bir eser ortaya koyduğunu düşünüyorum. Savaşan askerler dışında, o askerlerin ana-babaları, eşleri, yakınları, sevdikleri, toplumun geri kalanı ne haldedir? Savaş yalnızca cephelerde mi devam eder? Savaşta ölenlerin dışında, yaralananların çektikleri nelerdir? Bunlar çoğunlukla düşünülmeyen, savaş deyince akla ilk olarak gelmeyen şeyler. Bu nedenle, savaşın gerçek yüzünü gerçek dünyada bu olguya yabancılaşmış insana anlatma gayesi açısından oldukça kıymetli bir eser.

Kitaba dair detaylı incelememi neokuyorum.org üzerinden okuyabilirsiniz: http://www.neokuyorum.org/ortak-acilarin-kitabi-yara/


2. Aşk-ı Memnu – Halid Ziya Uşaklıgil

Hafta içi günleri, gündüz evde olduğum zamanlar, televizyonda denk geldikçe dizisine bakmaya gayret gösteriyorum. Yayınlandığı zamanlarda izlemediğim için pişmanım, evet. Dizinin günümüze uyarlanmış halini izlerken, aslında neler oldu, neler yaşandı, “Bunun Behlül’le ne alakası var?!”dı, Bihter ve Melih Bey takımı neydi, Ednan Bey nasıl birisiydi, eski İstanbul ne alemdeydi, diye aklımda beliren düşünceleri yenerek kitabı okumaya karar verdim. Okudukça, dizi uyarlamasıyla çoğu temel konu itibariyle uyuştuğunu ancak diziyi sürekli kılmak, konu çeşitliliğini arttırmak ve izleyiciyi merak olgusu içerisinde hapsetmek için çeşitli ek karakterler yaratıldığını, olayların aslından koparılarak farklılaştırıldığını, yani dizinin kitabın özünden tamamen değilse de bir hayli uzaklaştığını gördüm. Neyse.

Her şeyden evvel, Halid Ziya Uşaklıgil’in yapmaya çalıştığı karakter analizleri ve olay örgüsünü kuruşu, günümüzde çoğu yazarın beceremediği nitelikte. Yarattığı karakterlerin her biri için oluşturduğu kapsamlı dünya, bu karakterlerin birbirleriyle olan ilişkileri, psikolojik tahliller, mekân ve olay tasvirleri o kadar güzel ki, kullanılan ağır, ağdalı dili unutuyorsunuz. İçerisine girdiğiniz dünya, karakterlerle beraber girdiğiniz duygu durumları sizi alıp götürüyor; hayret ediyorsunuz, yazarın başarısına şaşırıyorsunuz. Güçlü kadın karakterlerin varlığı, ayrı bir etken oluşturuyor. Kitabın günümüz yazmaya çalışan herkese zorla okutulması taraftarıyım. Evet, bunu ciddi ciddi düşünüyorum.


3. İçeriye Bakan Kim? – Mehmet Günsür

Everest Yayınları’nın yeniden yayımladığı İçeriye Bakan Kim?, Mehmet Günsür’ün tüm öykülerinin yer aldığı bir kitap.

Günsür’ün öyküleri, ressamlığının da etkisiyle görsel ve imgesel yönü güçlü metinler. Çoğunlukla bilinçakışı tekniğinin uygulandığını görüyoruz. Bazı öykülerinde de karakterin bizzat Günsür olduğunu seziyoruz. Kısa ama güçlü öyküler, sizi yakalıyor. Bir olay anlatımından ziyade, çoğunlukla durum öykülerini içeriyor kitap. İmgesel yönünün güçlü olduğu metinler yer yer tekrar okumayı gerektiriyor. Lakin iyi bir öykü okuruysanız, her bir öyküden tat ve keyif alacağınızı söyleyebilirim.

Kitabın son bölümünde, kalp krizi nedeniyle hayatını kaybeden Mehmet Günsür’ün ölümü üzerine kaleme alınmış yazılar bulunuyor. Yine öykülerden sonra, Günsür’ün çizimlerininden örnekler de görebiliyoruz. Uzunca zamandır piyasada olmayan kitabı yeniden okurla buluşturan Everest ailesine teşekkür ederim.

Kitapla ilgili detaylı bir değerlendirmeyi Ayraç Dergisi’nin Nisan 2018 sayısı için kaleme aldım. Meraklısına not düşeyim…


4. Beni Asla Bırakma – Kazuo Ishiguro

Mart ayı içerisinde okuduklarım arasında açık ara en iyisi diyebileceğim romandır kendileri.

Geçtiğimiz sene aldığı Nobel’le birden ülkemizde hayli popüler olan Kazuo Ishiguro, geçen senenin en çok okunan yazarlarından biri oldu. Beni Asla Bırakma, benim okuduğum ilk Ishiguro kitabı. Bir distopla kitabı olan Beni Asla Bırakma, öyle tatlı bir dil barındırıyor ki, sayfalarca insanı yormayan, insani duyguların tahlilleri ve kaderine boyun eğmiş bir grup çocuğun enteresan hikâyesini bizlere anlatıyor. Organ bağışlamak üzere yetiştirilen ve sadece bu amaçla hayatta olan bu çocukların tüm masumiyetleriyle beraber, insani içgüdülerinin ortaya çıkardığı duygusal geçişleri okurken, yazarımızın kurduğu distopik dünya unutulup gidiliyor. Hayal kırıklığı, çocukluktan yetişkinliğe geçilirken yaşanan hayatın acımasızlığını anlamamızı sağlayan o gerçek duygular, sevinç, üzüntü, sadakat, aşk ve daha birçok köşe. Ishiguro öyle doğal bir dille anlatmak istediklerini işliyor ki, yavaş ilerleyen konunun ne ara acımasız bir dünyaya kavuştuğunu fark etmiyorsunuz.

Kitapla ilgili fark ettiğim ve okurken Twitter’da paylaştığım bir anektodu sizlere iletiyim:


5. Hah – Birgül Oğuz

Bitmesin diye bahaneler ürettiğim bir kitaptı. Ama bitti…

Birgül Oğuz, çok özel bir yazar. Çok donanımlı bir insan olduğunu biliyor. Karşılaştırmalı edebiyat okumuş olması, onun farklı dillerdeki metinlerden farklı çıkarımlar sunmasına olanak sağlıyor. Hah’ta da, öykülerin içerisine yerleştirdiği ufacık alıntılarla, değişik katmanlar oluşturuyor. Bir cenaze evinin ağırlığı, babasını geç seven bir insanın acısı, ölüm işlemleriyle uğraşan ve olaya tamamen yabancılaşmış memurların, insanların hayatlarına dokunmadan geçen bir karakter, Kazancı Yokuşu’nun çığlıkları… Boğazda düğüm düğüm cümleler, içe oturan gerçekler, haykıra haykıra yazılmış öyküler. Birgül Oğuz keşke daha çok yazsa. Etinden, ruhundan söküp yazıyor. Kendinden söküp okuruna yüklüyor… Ama söktüklerinden kurtulamadığının bilincinde bir yazar. Önünde saygıyla eğiliyorum.


6. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı – Bilge Karasu

Bilge Karasu, çoğu okur ve hatta yazarın, okumaktan korktuğu bir yazar-düşünür. Yazdığı metinler yoğun, düşündürücü, kolay hazmedilemeyen nitelikte. Eğer yazma eylemiyle meşgulseniz, Karasu okurken, ben nasıl yazmaya cesaret edebiliyorum ki, diye düşünebilirsiniz. Okuma eylemi içindeyseniz, Karasu’nun metinleri, ben nasıl okumaya cesaret edebiliyorum ki, dedirtebilir. Yani cesaret gerektiren metinler.

Ancak, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Karasu külliyatında en kolay okunan metinleri içerir. Tabii ki bu görüş benim şahsi fikrimdir. Sait Faik ödülü almış bir kitap. Ve bence fazlasıyla ödülü hak eden metinlerden oluşuyor. İki öykünün birbirine bağlı olduğunu ve iki farklı karakterin aynı baskı ortamında takındıkları tavırları okuduğumuzu söyleyeyim. Bizans döneminde yaşanan inanç sistemindeki değişikliğin yarattığı baskıyı, günümüz dünyasında o günlerin düşünceleriyle algılayıp bunu kendi yazma eylemiyle bağdaştırmak, her yazarın altından kalkabileceği bir şey değil diye düşünüyorum. Ciddi derecede eğitim, araştırma, kendini tartma ve çıkarımlarda bulunma, kendini kırma noktasında herkesin bu kadar açık olamayacağını söyleyebiliriz. Karasu, bu nedenle Karasu.

Kitabın ilk öyküsünde Andronikos isimli karakterimiz, gökyüzünde göçmekte olan leylek sürüsüne bakarak bazı çıkarımlarda bulunur. Derin ve insana dair çıkarımlarla ilgili bazı düşüncelerimi Twitter’da birkaç tweetle yazmaya gayret gösterdim. Şuraya bırakayım:

Böylelikle bir ayın daha okumalarını sizlere kendimce anlatmaya çalıştım. Umarım birilerine faydalı olabilirim…

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir