İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tadımlık: Duvarlar


Duvardaki Leke / sayfa: 164-169

O lekeyi ilk fark ettiğimde ufacıktı. Önünden geçip giderken, her seferinde biraz daha büyümüş olduğunu görüyordum. Duvarda büyüyen bir leke.

Önceleri görmek için dikkat etmeniz gerekiyordu. Görmek istemeyenin göremeyeceği kadar küçüktü. Ama görmek isteyenlerin gözünden kaçmayacak kadar da büyüktü. Oradaydı işte. Bunu nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Hani bazı insanların bazı şeylere takıntıları vardır. Dümdüz bir sırayı birazcık bozan bir kayma gibi. Okul bahçesinde bekleşen öğrenciler, birbirlerinin ensesine bakarak sıraya girdiğinde, birinin farkında olmadan sırayı azıcık bozması gibi. Tepeden baktığınızda görebileceğiniz bir fark. Doğruluğa, düzgünlüğe inanmışların ses çıkartacağı bir haksızlık gibi. Oradaydı.

O lekeyi ilk fark ettiğimde, dediğim gibi, ufacıktı. Umursamamıştım. Fakat onu fark eden bir tek ben değildim. Başkaları da vardı. O lekenin öyle önemli bir yerde olması, fark edenlerin canını sıkıyordu. Çok büyük bir kirlenmenin dışavurumu olduğunu iddia ediyorlardı onun. Çöp poşetinden damlayan bir damla su gibi. Gördüğünüzde kaynağını tahmin edebiliyordunuz. Bu sebeple, o lekenin ardındaki büyük kirlenmişliği ortaya çıkarmak lazım, diyenlerin sayısı giderek çoğaldı. Öyle ki, onlara hak verenlerin sayısı da her geçen gün artıyordu. Ses çoğalıyordu. Kulaktan kulağa, gizli gizli, bazen alenen.

Ben ve arkadaşlarım o lekeyi fark ettik. Gençtik. Okuyorduk. Dahil olmak istedik. İçinde olduğumuz dünyanın doğal getirisi gibiydi her şey. Sadece biz değildik dahil olanlar. Anadolu’nun en ücra köşelerindeki köylüler de haberdar olmuşlardı lekeden. Nasıl oldu anlamadık. Kimi yazarlar hikâyelerinde anlatmış duyduğuma göre o lekeyi. Bazı yönetmenler, en uzaktaki insanların dahi haberdar olması için filmlerine konu etmişler. Bazı yürekli çocuklar ellerine pankartlar alıp bas bas bağırmışlar. Bazılarını bu sebeple öldürmüşler güpegündüz, bazılarını zindana atmışlar. Lekeden bahsediyorlar, onun ardındaki kirlenmişliği yok etmek istiyorlar diye.

Her gün görüyordum lekeyi. Önünden geçiyordum. Bazen, kimselere görünmeden, önünden geçerken tekme atıyordum. Kendime yetecek kadardı mücadele. Ayakkabımın bağcığı çözülmüş gibi yapıyor, duvara yaslanıp lekenin tam önünde çömeliyor ve bağcığımı bağlarmış gibi yapıp ayakkabımın ayağıma tam oturduğundan emin olmak istermiş gibi duvara birkaç küçük tekme atıyordum. Tam lekenin üstüne. Bu bana yetiyordu. Ve her geçen gün o lekenin biraz daha büyüdüğünü gördüğüm için içten içe seviniyordum. Koskocaman bir duvarın sıvası dökülmüş bir yerine bakıp o dökülmede ufacık bir katkım olduğunu düşünüp seviniyordum. Küçük sevinçler, küçük hayatların içinde büyük mutluluklar doğuruyordu. Gece yatağıma yattığımda, başımı yastığıma koyup gün içinde yaşananları düşündüğümde yaptığımı hatırlayıp seviniyordum. Tekme atıyordum. Lekeyi görmüştüm, onu fark etmiştim; onun büyümesi, ardındaki kirliliğin ortaya saçılması ve sonrasında onu fark edenler tarafından derdest edilip temizlenmesi için elimden, ayağımdan ve içimden geleni yaptığımdan emindim. Huzur içinde uyuyordum.

Sonra fark ettim ki, o duvarın önünden geçmeye devam ettikçe fark ettim ki, benim gibi davrananların sayısı az değil. Sayımız hiç de az değil. Herkes kendi mücadelesini doğuruyordu. O insanlarla tanışmak istedim. O insanlarla tanıştım. Onlarla kaynaştım. Kavgamız ortak oldu. Başka bir şey düşünemez olduk. Leke büyüyüp duvarı kaplayana kadar çalışmamız, en sonunda duvarı yıkabilmek için çabalamamız, savaşmamız gerektiğini düşünüyorduk. Yaşananları, yaşanacakları, gelecekteki kavga dolu günleri düşünüp mutlu bile oluyorduk. Bir amaç uğruna didinen insanlar arasında yer almanın verdiği kıvancı taşıdım bir süre. Bu yolculukta güzel arkadaşlar edindim. Hepsi benim yoldaşım oldu. Beraber güldük, beraber büyüdük, beraber üzüldük. Lekenin karşısına geçip beraberce düşündük: Ne yapmalı?

Gün geldi, gün geçti. İnsanlar doğdu, insanlar öldü. Leke aynı yerde bir büyüdü, bir küçüldü. Lekenin gerekliliğini, onun duvarın bir parçası olduğunu, lekesiz bir duvarın imkânsızlığını, duvarsız bir toplumun korunaksız kalacağını savunanlar seslerini daha çok çıkarmaya başladılar. Lekeyi büyütmeye çalışanlarla lekeyi savunanlar karşı karşıya geldi. Herkes bir leke olduğunu biliyordu. Kimse lekeyi temizlemek için birleşmiyordu. Duvarın ardındakilerle duvarın önündekiler, arada bir duvar olduğunun bilincinde, o duvarın üzerindeki lekenin kavgasını veriyorlardı.

Aralarındaki duvarın boyu her geçen gün yükseliyordu. Bir süre sonra öyle yükseldi, varlığını öyle göklere çıkardı ki, ardındakilerle önündekiler birbirinin sesini duyamaz oldu. Ardındakiler kendi içine kapandı, duvarı nasıl koruyacaklarını düşünürken onu ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun korumaları gerektiğine karar verdiler. Bunun için ne mübahsa yapacaklardı. Yaptılar da.

Duvarın önündekilerse giderek kalabalıklaştı. İçlerinde her sınıftan insan vardı artık. Öğrencisi, işçisi, köylüsü, kadını, erkeği ve hatta çocuk işçisi. Devasa bir yığın oluşturdular. Öyle ki, bir bayram günü giyinip kuşandılar, hep beraber sokağa çıktılar. Öyle kalabalıktılar ki yer gök onların sesiyle inledi.

Bu sesi duvarın arkasındakiler de duydu. Kalabalığı dağıtmak için duvarın ardından çıktılar. Lekenin savunucuları. Kalabalığı dağıttılar. Kalabalıktan geriye kan kaldı. Çocuk çığlıkları. Kaçışan, uçuşan kuşların kanat sesleri. Ben de o kalabalığın içindeydim, bir şekilde evimin yolunu bulabildim. Bir şeylerin çatırdadığını, değiştiğini ve artık eskisi gibi olamayacağını fark ettim. O lekeyi savunanların amaçlarının farklılaştığını görmemek için kör olmaya gerek yoktu. Ama leke oradaydı işte. İlk gün nasıl gördüysem, nasıl fark ettiysem, önünden geçtiğimde nasıl gözlerimle görüyorsam, kulaklarımla duyuyorsam, tüm varlığımla hissediyorsam, oradaydı. Lekenin olmadığına kendimi nasıl ikna edebilirdim? Bu insanlar leke yokmuş gibi nasıl yaşayabilirlerdi?

Günler geldi, günler geçti. Kavganın şekilleri değişti. Herkes inandığı için lazım geleni yapmaya çalışıyordu. Ben her gün aynı yolda yürüyor, lekenin önünde duruyor, ona bakıyor, eğiliyor, çözülen ayakkabımın bağcığını düğümlüyordum. Doğrulurken de birkaç tekme savuruyordum. Onun garantisi duvardı. Duvar, kocaman, büyük, heybetli ve gözleri olmayan devasa bir canavardı. Arkasındakiler, duvarın arkasındakiler onun bu haşmetine güveniyorlardı. Yıkılmazdı, yıkılmaz görünüyordu. Ama her duvar çatlar. Her duvar yıkılır. Dünyanın neresinde olursa olsun duvarlar yıkılır. O duvarın altında birileri kalır. Duvarın altında kim kalacaktı? Soru buydu. Kim duvarın altında kaldığında kazanmış sayılacaktı?

Günlerden bir gün, duvarın önündeyken her zaman yaptığım gibi ayakkabımın bağcıklarını bağlamak için eğildiğimde fark ettim ki, ayakkabılarım yoktu. Ayaklarım çıplaktı ve yürüdüğüm yolda, nereden geliyorsam, nereye gidiyorsam çıplak ayaklıydım. Bağcık yoktu, duvara tekme atacak ayakkabı yoktu.
Boğazım düğümlendi. Ne yapacağımı bilemedim. Sağıma soluma bakındım. Utandım. Yürümeye devam ettim.

Utancımı gören birileri vardı. Her zaman olur. Siz acı çekerken, bir şeylerden utanırken köşelerinde sinsice sizi gözleyen ve bundan faydalanmayı bekleyen birileri vardır. O anı beklerler ve bundan haz duyarlar. Onların varoluş amacı biraz da budur. İnsanlar kötüdür, insanlar kötüdür, sadece iyi olduklarını düşünmemizi sağlayan şeyleri göstermekte hünerlidirler. İnsanlar kötüdür ve sizi kullanmak için kendilerini iyi olarak pazarlarlar. İnsanlar kötüdür ve sizin zayıflıklarınızı öğrenip onun üzerinden sırtınıza binerler. Siz sırtınızda hayatı ve insanları taşırsınız. Hayatın ağır gelmesinin sebebi çoğunlukla budur. Hayat bir yere kadar taşınabilir. Asıl ağırlığı insanlar oluşturur. İnsanlar dünyaya ağır gelir. İnsanlar kantarı hep şaşırtır. İnsanlar güvensizliği icat eden canlılardır. İnsanlar, kötüdür ve bunu gizlemek için çabalamazlar bile. İnsanlar sadece giyinir. Biz o giysilerle onlara sıfatlar yakıştırırız. Güzel, deriz. İyi, deriz. Ne kadar yardımsever, deriz. Ne kadar yakışıklı, ne kadar cana yakın. İnsan, insandır ve insan olan zaten kötüdür. Ben de bir insanım ve insan olduğum için kötüyüm. İyi olmaya ne kadar çabalarsam çabalayayım, yeri ve zamanı gelince, bir başka insan yüzünden giysimi kaybedip gizlemeye çalıştığım kötülüğümü sırtıma geçiririm. İnsanlar kötüdür, insanlar acımasızdır. İnsanım
ve kötüyüm ve acımasızım. Giydiğim ya da giymediğim elbisenin, ayakkabının manası kalmaz.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir