2.
Cebimden bir taş çıkardım, ona gösterdim. “Bu hikâyeyi yalnızca ikimiz bileceğiz,” dedim. Selma bana baktı.
Nesrin de bana bakıyordu. Elimden taşı aldı, üzerindeki ince ince işlenmiş harfleri okumaya çalışıyordu. Okuyamadı. Benim ikram ettiğim sigarayı içiyordu. Başka sigara içmez diye düşünüp onun içtiği sigaranın aynısından almıştım. Nesrin Selma’ya baktı, Selma kıkırdayarak uzaklaştı. Bu bir davetti. Yüreğim gümbürdüyordu.
“Kar yağıyordu,” dedim.
“Bazen seyrek, bazen hınçla. Kimi zaman sakin ama çoğunlukla acele içinde. Öyle anlar oluyordu ki, gözün önüne bembeyaz bir perde iniyor, rüzgârın inlemesine eşlik eden kar taneleri, adeta bir şarkı, bir tablo, bir şiir ve hatta bir öyküdeymiş gibi birbirini tamamlayan imgeler bütünü halinde insanı kendisine çekiyor, sonsuz bir beyaz kuyuymuş izlenimi uyandırıyordu. Geniş, sınırlarını bilemediğin, içi aydınlık, bembeyaz bir kuyu… Yine öyle anlar oluyordu ki, bu kar deryasının içine girmeyi arzuluyor, adım adım apak bir hiçliğe dahil olma isteğiyle doluyordun. Uzakta bir köpek kar tanelerini kovalıyor, kendince oyunlar oynuyor. Çok çok uzaklarda bir adam -yaşlıca, hayatının sonuna yürüyormuşçasına adım adım bir ormana yürüyor. Ağır ağır yürüdü, yürüdü. Yürüdü. Kendinden beklenmeyecek bir dengeyle, hiç aksamadan, takılmadan ve cesurca ormana ulaştı. Uzaktaki köpek onun ardından koşarak ormana yetişti. İkisi beraber gözden kayboldular.
İçimde sonsuz bir arzu doğdu. Onlara ve hayata dahil olma arzusu.”
Sigaramı söndürdüm. Bir tane daha yaktım, içime dumanı çektim. Artık genzimi yakmıyordu.
“Montumu giyip sınıftan çıktım,” dedim. Gözlerinin içine baktım, beni dinliyordu. Sessizce bir söz vermiş gibiydi.
“Merdivenleri indim. Okulun bahçesine çıkar çıkmaz soğuk ısırmaya başladı. Oh, dedim. Ne güzel. Yaşıyor olmak. Sert botlarımın ağırlığına aldırmadan karda yürümeye başladım. Atkımı boynuma iyice sokuşturdum. Atkımla beraber boynuma ulaşan kar tanelerinin serinliğini duyumsadım. İçim ürperdi. Kapüşonumun ön tarafından dışarı sarkan saçlarım karla ıslandı. Rüzgârla beraber uçuşup alnıma yapışıyorlardı. Uçuşuyorlar. Alnıma sığınıyorlar. Kimi zaman sert rüzgâr kapüşonun içine doluyor, başım açılır gibi oluyor. Hoşuma gidiyordu. Bu telaş. Bu içine girdiğim kuyu. Gökyüzüne bakıyordum. Teker teker, birbirini ite ite yeryüzüne koşan gri gri kar tanelerini izliyordum. Kimi yanağıma, kimi burnuma, kimi çeneme yapışıp eriyor. Soğuk. Yanaklarım kızarıyor. Kollarımı açıyorum. Sarılmak istermişçesine.”
Nesrin’e gösteriyorum. Gülümseyerek bana bakıyordu.
“Yürüyordum. Kara bata çıka. Karda yürümenin zor olduğunu hatırlıyordum. Kimi yerler ayağımın altına denk gelen taşlar ve çimenler nedeniyle zorluyordu. Taş ayrı, çimen ayrı zorluyordu. Dengede durmak ikisinde de ayrı güçtü. Başımı önüme eğdim. Bir süre sessiz sessiz yağan karı dinleyerek yürümeye devam ettim. Ardıma dönüp baktım. Okul binası uzaktaydı. Sonra dönüp ormana baktım. Önümde uzanan bembeyaz boşluk, dalgasız deniz gibi önümde yatan kar beni ormana çağırıyordu. Davete hayır diyemezdim. Ben zaten, çoğu şeye hayır diyemezdim. Yürüdüm. Elim cebimdeki boşluğa sarılı, inceden üşüyen bedenim. Acelesiz, attığım her adımın, tertemiz karda bıraktığım her ayak izinin tadına vararak, sonu gelmeyecek bir mutluluk duygusuna kavuşmuşçasına, ne bileyim, sanki çocukluğumdaki bayram sabahlarına uyanmışçasına bir sevinçle yürüdüm. Neye kavuşacağımı bilmeden ya da neyden uzaklaştığımı düşünmeden. Yürümek, dedim, çoğunlukla ardında bırakmaktadır, düşmeyi. Düşmek, çok yorgun bir kelime.”
Yanımızdan bizim çocuklar geçti. Manalı manalı gülüştüler. Birkaçının üstünde parka vardı. Nesrin onlara baktı, bana güldü. Uzaklaşmalarını bekledim.
“Sonra,” dedi Nesrin.
“Sonra,” dedim, “ormana yaklaştıkça içimde bir kuşku doğdu. Eğer ormana varırsam, bu anı kendi kendim sonlandıracağım. Ya ormanda şu an ki kadar mutlu olamazsam? İnsan mutluluktan uzaklaşmayı ister mi? Peki, ormanda o yaşlı adam ve köpek çok daha mutlu ve huzurluysa. Kuşku. Kuşku, insanoğlunun sarılmayı en sevdiklerindendir. Tüm kuşku ve kaygılarıma rağmen yürümeye devam ettim. Orman karşımda belirene kadar yürüdüm.
Ağaçların ve dalların üstünü kar kaplamıştı, çoğu yorgunmuşçasına aşağıya doğru boyunlarını ve kollarını eğmişti. Hava artık o kadar soğuk gelmiyordu, kim bilir belki de ağaçların nefesiyle ısınıyordum. Biraz dikkatli bakınca, ormanın derinliklerinde açıklık bir alanda bir taş yapı gördüm. Oldukça derinlerdeydi, hayal meyal seçiliyordu. Ağaçların arasından yürümeye başladım. Tek tük yapraklardan süzülen kar tozları ve taneleri düşüyordu, montum kar suyuyla ağırlaşmıştı. Yerdeki ıslak çalıların ayağımın altında esnediğini fakat kırılmadıklarını hissediyordum. Kulak kabartınca tanımadığım kuş sesleri kulağıma şarkılar fısıldıyordu. Orman sıcaktı. İçlere girdikçe sessiz bir sohbetin ortasındaymışım gibi hissettim. Sanki ağaçlar, bu zoraki komşular, birbirlerine bir şeyler anlatıyor, dertleşiyor, kıştan, rüzgârdan ve bin türlü dertten yakınıyordu. Kollarını açmış dev bir çınar görünce içimin taştığını hissettim. Öyle güzel ama öyle güzel yalnızdı ki, gidip ona sarılasım geldi. Yürüdüm. Önünde durdum. Ona sarıldım.”
Başımı yerden kaldırdım, Nesrin’e baktım. “Galiba,” dedim, “bu kısmı anlatmasam da olurdu.”
“Ağaçları, ormanı ben de severim,” dedi. Gülümsüyordu. “Peki sonra?”
“Sonra gördüğüm taş yapıya doğru ağır ağır yürümeye başladım. Önüne geldiğimde buranın bir kalıntı olduğunu fark ettim. Etrafında dolaşmaya, kalan duvarları incelemeye, ne zamana ait olduğunu anlamaya çalıştım. Çoğu yer karın altında kaldığı için pek bir çıkarıma varamamıştım. Bir kiliseye benziyordu, giriş kısmı olduğunu düşündüğüm yerin üst kısmında kızıl renge boyanmış bir haç işareti duruyordu. Tek sağlam kapıdan içeriye girdim, iç tarafta bir baraka duruyordu. Çadıra benziyordu ama derme çatma, bez ve tahtalardan örülmüş, bir yanı sağlam duvara yaslandırılmış bir şeydi. Botumun karda çıkardığı sesleri duyan köpek beni havlayarak karşıladı. Hafif bir ürperdi geçti içimden. Birkaç adım geriye sıçradım. Kuyruğunu sallayarak yaklaşınca içim ferahladı, saldırmayacağını anlamıştım. Köpeğin hemen arkasından da yaşlı adam çıktı barakadan. ‘Rahatsız etmek istememiştim,’ dedim. ‘Dolanırken burayı keşfettim de, bakmak istemiştim.’ Bir süre gözüyle beni takip ettikten sonra zararsız birisi olduğuma kanaat getirmiş olacak ki, ‘Üşüdüysen çayım var evladım,’ dedi. ‘Teşekkür ederim, size afiyet olsun,’ dedim. Israr edince bir bardak aldım.”
Kaçıncı sigarayı yaktım, bilmiyordum. Selma sıkılmış kantine dönmüştü. Hava o kadar güzeldi, rüzgâr o kadar hoş esiyordu ki, saatlerce anlatabilirdim. Nesrin’e her şeyi saatlerce anlatabilirdim. O beni dinler miydi?
“Ben sessiz sessiz çayımı yudumlayıp duvarları incelerken, merak etmiş olduğumu düşünerek anlatmaya başladı: ‘Rivayet odur ki, Roma’nın büyük imparatorlarından Augustos, tahta geçtikten sonra, şiire, edebiyata, sanata ve bu işlerle teşne olan sanatçılara çok değer vermiş, onları sarayında ağırlamış, sohbetler etmiş, türlü imtiyazlar vererek imparatorluğunun çeşitli yerlerinde söz sahibi etmiş. Roma’nın her döneminde farklı farklı imparatorlar sanatçı ve yazar-şairlere yakın davranmış olsalar da Augustos’un davranış biçimi farklıymış.’ Elimden bardağımı aldı, çayımı tazeleyip geri verdi. Merakla dinliyordum: ‘Dönemin ünlü şairlerinden olan Ovidius da imparatorun gözüne girmeye başaran, onun sohbetlerine katılan şairlerden birisiymiş. Yazdığı şiirler imparatorun çok hoşuna gider, dost sohbetlerinde Ovidius’tan şiirlerini okumasını istermiş. İşte böyle bir sohbet esnasında, imparatorun kızı Julia da varmış ve genç, yakışıklı ve güzel sesli şair Ovidius’a âşık olmuş. Lakin her şey güzelmiş de büyük bir sıkıntı varmış; o da Julia’nın evli olmasıymış. Babasının ayarladığı bir evlilik içerisinde olan Julia oldukça mutsuz bir yaşam sürmekte ve bu yaşantının içerisinde azaplar çekmekteymiş.’ Babalar, dedim, babalar ve oğulları. Babalar ve kızları. Babasının çığı altında kalan evlatlarız.
İhtiyar amca anlatıyordu: ‘Ne var ki Julia, her şeyi ve her riski göze alarak Ovidius’la gizli kapaklı görüşmeye, aşk yaşamaya başlamış. Fakat bir süre sonra, hem Augustos hem de Julia’nın zoraki kocası, ikisinin arasında bir şeyler olduğunu fark etmişler. Durum öyle karışık, öyle yıkıcı bir hal almış ki ayyuka çıkan söylentiler nedeniyle Ovidius ölüm cezasına çarptırılmış. Julia’nın babasına ve kocasına günlerce, haftalarca yalvarması sayesinde Ovidius affedilmiş, ölümden kurtulmuş. Kurtulmuş ama imparator Augutos, Ovidius’u bir daha dönmemek sürgüne yollamış.’
Hikâye bitmiş, ihtiyar suskunlaşmıştı. Bir süre duvarları ve kalıntıları inceledikten sonra ‘Peki,’ dedim ‘bu kiliseyle bu hikâyenin ne bağlantısı var?’ ‘İşte,’ dedi yaşlı adam, ‘Julia’yla Ovidius bu kilisenin papazı sayesinde burada buluşurlar, gözlerden uzakta burada zaman geçirirlermiş. Hatta Ovidius’un Julia için yazmış olduğu uzun bir şiir bu kilisenin duvarlarına işlenmiş.’ Cebinden bir taş parçası çıkardı. Bana gösterdi. Taşta Latince harfler yazıyordu, okuyamıyordum. ‘Ne yazıyor peki burada, okuyabiliyor musunuz?’ diye sordum. Sesine tanımlayamadığım bir mana yükleyerek: ‘Solum te scio, hanc fabulam.’ dedi ve sustu.”
Burada durdum. Merak etmesini, sormasını istiyordum. Nesrin’in gözlerine baktım. Gözleriyle sorarcasına bakıyordu.
“Ne demekmiş, merak etmiyor musun?”
“Etmez olur muyum, söylesene ne demekmiş?”
“Bu hikâyeyi yalnızca ikimiz biliyoruz, demekmiş.”
Taşı avucuna koydum. Parmaklarını sımsıkı kapattı. Bir sırrı paylaşıyorduk. Bir avuç içi taş kadar. Dünyalara bedel bir taş kadar.
İlk yorum yapan siz olun