You are currently viewing Tadımlık: Boşluklar

Tadımlık: Boşluklar

İkinci bölüm. Sayfa: 34-41


“Füsun beni bekler…”

Ayrıldılar. Erkan başı önünde yürüdü. Kenan bir süre dostunun arkasından baktı. Sonra döndü, etrafında akan hayatı seyretti, Cumhuriyet Caddesi’ne baktı. Hava henüz aydınlıktı. Yürümeye başladı.

Günlük ritüelleri onu kendiliğinden eve doğru götürmeye başladı. Yürüyerek Gezi Parkı’nın içinden geçip merdivenlerden inecek ve meydana girecek, otobüs duraklarının hengâmesinin ardından metro durağına ulaşacaktı. Gerçi yürütülen yayalaştırma projesi nedeniyle sıkışık trafik, daraltılan kaldırımlar ve insanların yol bulmada zorlanması onu yavaşlatıyordu. Taksim’e uzanan caddenin meydanla buluştuğu noktaya bir yeraltı geçidi yapılıyordu. Hatta projeye yedirilmeye çalışılan bir alışveriş merkezi fikri de konuşuluyordu. Gezi Parkı’nın bulunduğu yere, insanların bu karmaşadan kurtulup ağaçların gölgesinde soluklanabildiği, İstanbul’un göbeğindeki sayılı yeşil alanlardan birine böyle bir yapının inşasından bahsediliyordu. Aylardır çalışmalar sürüyor, kış aylarında her şey kontrolden çıkmış gibi görünüyordu. Bu iş fazlaca hafriyat çıkarıyor, iş makineleri caddedeki trafiği sıkıştırıyor, çıkan gürültü Kenan’ın rutininde çirkin bir melodi yaratıyordu. Nefesini tutarak girdiği Taksim metrosunun uzun koridorlarından yürüyecek, kimseyle göz teması kurmadan insan kalabalığından sıyrılacak, kendisini Karaköy sahiline ulaştıracak olan fünikülere varacaktı Kenan. Fünikülerle kısa bir yolculuktan sonra da Karaköy’ün akşam saatlerinde kendiliğinden büyüyen hengâmesine çıkacaktı. Her akşam aynı saatte bindiği Kadıköy vapuruna yetişecek, üst kata çıkacak, çantasından kitabını çıkaracak ve kaldığı yerden okumaya devam edecekti. Kadıköy’e ulaşınca bir ferahlama hissedecek, mahallesine, Füsun’la her birini dolaştığı ve artık ezbere bildiği sokaklara kavuşacaktı. İskeleden çıkıp ışıklardan karşıya geçecek, Misbah Muayyeş Sokak’tan yavaş yavaş yukarıya tırmanacak, Sarraf Ali Sokak’taki kalabalığa karışacaktı. Moda Caddesi’ndeki kalabalığı görünce her gün bu yolu yürüdüğü için hem mutlu hem de mutsuz olduğunu düşünecekti. Kalabalık, insanlar, sesler, artan trafik… İnsanlar felaket, insanlar felaket, diye söylenecekti. Yeni Fikir Sokağı’na en tepeden girdikten sonra tüm düşünceleri ufalanıp kaybolacaktı. Karşısında deniz, denize ulaşan bakışının tam ortasında duran ve hiçbir şeyi umursamayan meşe ağaçları, geçtiği semtleri, sokakları unutturan devasa bir sessizlik. Sokağı bir uçtan diğer ucuna, apartmanın kapısına kadar sakince adımlayacaktı. Şansına güneş henüz batmamışsa denize doğru yavaşça yol alışına birkaç on saniye bakabilecekti. Füsun’a bu huzur ve mutlulukla kavuşmanın kıvancını yaşayacaktı.

Erkan’dan ayrıldıktan sonra biraz yürüdü, ışıklarda beklemeye başladı ve her zamanki gibi karşıya geçti. Haklı yerlerden yaklaşıyor gibi görünüyor ancak yine de sevmenin zıddının nefret olduğunu söyleyemeyiz, diye düşündü: Gördüklerimizle, algıladıklarımızla ve hatta söylediklerimizle içimizde büsbütün nefret olgusunu doğuracak bir zemin yaratırsak, yaşamımızı çekilmez kılanların yanında saf tutmuş sayılmaz mıyız? Düşüncede zıt yerlerde olanlar kendilerini dışlanmış gibi hissederlerken, bir yanıyla da düşüncenin diğer tarafında yer aldıkları için kendileri gibi düşünmeyenleri dışlamış sayılmazlar mı? İşte, içinde bulunduğumuz durum bu, diye düşündü Kenan: Herkes kendi düşüncesinin çığırtkanı. Üstelik bunun farkında bile değiller. Herkes kendi düşüncesinin haklılığına saplanmış hâlde. Yine de hak veriyorum Erkan’a, diye düşündü Kenan. Bazı şeylerin düşünce temelinde yargılanmaya ihtiyacı yoktu. Yanlış olan yanlıştı. Yüzyıldır yaşayan ağaçları kesemezdiniz, kendi hâlinde akan, yaşamın devamlılığı için mecbur olduğunuz dereleri kurutamazdınız, düşüncelerini dile getiriyor diye insanları hapsedemezdiniz. Ülkeleri yönetenler her canlıya yaşam alanı sağlamak mecburiyetindeydi. Bunun düşünceyle, muktedirden yana olup olmamasıyla, aynı dili konuşup konuşmamasıyla ilgisi yoktu. Üstelik ağaçların da toprağın da derelerin de o hayvanların da tarafı yoktu. Ağaçların dini yoktur. Bir hayvanın siyasi görüşü yoktur. Bir derenin rengi herkes için aynıdır. İşte gerçek bu, diye düşündü. Bunun doğruluğu tartışma konusu değil. Yaşam yeryüzündeki her canlının hakkıydı. İnsan olmak diğer canlılar üzerinde tahakküm kurmaya hak ve yetki tanımıyordu. Bir adım ötesi çok tehlikeliydi. Bir adım ötesi… Kıydığınız ve üzerinde hak iddia ettiğiniz canlı, sizi bir adım ötesine götürüyordu. Bir adım ötesinde, kendinden olmayan insan vardı. Benim düşüncemden, benim inanışımdan, benim rengimden, benim cinsimden değil diye onun üzerinde tahakküm kurmaya giderdi yol. Bunu sevmemeyle, nefretle bağdaştırarak eyleme dökmek, dünya tarihi boyunca büyük katliamların temelinde yatan gerekçe değil miydi?

Gezi Parkı’na yaklaşmıştı. Güzergâhı üzerinde ilerlemekte zorlanıyordu. Caddenin etrafı yapılan çalışmalar nedeniyle ahşap ve demir bariyerlerle kapatılmış, yaya yolları daraltılmış, trafik kontrollü olarak alternatif güzergâhlara yönlendirilmişti. Aralık ayından bu yana meydana çıkan caddeler bu hâldeydi. İlk defa buraya gelen ya da seneler sonra yolu Taksim’e düşen biri kendini rahatlıkla kaosun içinde bulabilirdi. Okları sağı solu gösteren tabelalar, sürekli vızıldayan ağır iş makinelerinin sesleri, trafikteki araçların gürültüsü… Parkı geçip Taksim Meydanı’na yaklaştıkça bir grup eylemci gördü. Ellerinde pankartlar vardı. Biraz ileride polisler duruyordu. Gezi Parkı’na alışveriş merkezi ya da başka bir şey yapılmasına karşı cümleler yazılıydı pankartlarda: “Parkımızı vermiyoruz! Kışla, AVM istemiyoruz!” Metroya girip çıkanlardan imza topluyorlardı. Projenin iptali için verilecek dilekçeye halkın desteğini de eklemek istiyorlardı. Kalabalığı geçip metroya ulaşmaktı Kenan’ın niyeti. Megafonla konuşan gençten çocuk kibar bir tonla “Sizden bir imza istiyoruz, Taksim’deki her ağaç sizlerden yalnızca bir imza istiyor… Binlerce imza arasında sizin de bir imzanız olsun!” diyordu. Bu sesin nezaketi Kenan’ın içine dokundu. Adımlarını yavaşlattı. Dağıtılan broşürlerden birini aldı, metronun girişini kapatmadan bir köşede durdu ve okumaya başladı.

“Araç, yaya ve çevre güvenliğini tehdit altına alan bu plan değişikliğiyle, battı çıktılar ve istinat duvarlarıyla, yaya erişimi engellenecek ve Taksim Meydanı’na ulaşan tarihi caddelerin görsel ve yaşamsal bütünlüğü yok edilecek. Sözde yayalaştırma projesi, açık bir şekilde yayaların meydana erişimini zorlaştırmakta, meydana ulaşan caddelerin kimliğini yok etmektedir. Meydanın yaya erişimi bakımından bu şekilde sınırlandırılması ile Taksim Meydanı, şenlik, tören, kutlama ve gösteriler için kullanılamaz hâle gelecektir. Taksim Gezi Parkı, Taksim Meydanı ile doğrudan ilişkili tek yeşil ve açık alandır. Bu alanın yapılaşmaya açılması, kamusal kullanımını sınırlandıran ve bölgenin açık alan ihtiyacını göz ardı eden bir karardır.
Durdurmak için bir yıla yakın sürede, belediyeye verilen binlerce itiraz dilekçesine, TMMOB Mimarlar Odası, TMMOB Şehir Plancıları Odası, TMMOB Peyzaj Mimarlar Odası, mahalle dernekleri ve çeşitli platformlar tarafından açılan davalara, Gezi Parkı esnafının 17. Sulh mahkemesinden aldığı tahliyelerin durdurulması kararına rağmen, haklılığımızın ve kararlığımızın simgesi olarak bir yıldır yaptığımız basın açıklamaları ve 4 Kasım 2012 Pazar gününden bu yana tuttuğumuz Taksim Nöbeti’ne rağmen, Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nı, çevresi ile birlikte dönüştürmek için ısrarlı niyetleri ve çabaları olanlara tekrar sesleniyoruz. Bizler tüm bayramlarımızı, sevinçlerimizi, tepkilerimizi, hak taleplerimizi dillendirdiğimiz; Emek ve Demokrasi meydanımızın ve parkımızın yok edilmesine seyirci kalmayacağız, kalmıyoruz da…”

Bir daha okudu Kenan. Hislerinin üzerinden geçti. Kızmıştı. Ancak kızgınlığı okuduklarının müsebbiplerine değildi. Kendine kızıyordu. Ömrünün çoğunu burada, bu çevrede, bu alanda geçirmişti. Hemen burnunun dibinde, her gün adımladığı güzergâhta böyle bir dayanışma olduğundan haberdar değildi. Her gün ama her gün yanlarından geçiyor fakat onları duymuyordu. Onları duymayan kalabalıktan olduğu için kendine kızdı. Sevmemek ve nefret bağlamı üzerine kurduğu düşünceler yüzünden utandı. Ne kadar kolay, ne kadar rahat, ne kadar umursamaz cümleler kuruyoruz, diye düşündü. Üstelik sadece zıddımıza değil, aynımıza da körüz. En yakınında, yanı başında olup bitene bile kapatabiliyoruz demek ki kendimizi. Görmüyoruz, duymuyoruz, dikkat kesilmiyoruz… Kendine sinirlendi. Başkaları onun gibi değildi. Erkan onun gibi değildi. Israr ediyorlardı. Dayanışıyorlardı. Yan yana duruyorlardı. Bundan, bunların doğurabileceği sorunlardan korkmuyorlardı. Peki o korkuyor muydu? Başına bir şey gelir diye mi çekiniyordu? Hayır. Bu ihtimali hiç düşünmemişti. Çünkü hiçbir eyleme, karşı duruşun içine. isteyerek girmemişti. Hayatının, yaşadıklarının ona düşündürdükleri buna alan bırakmamıştı. Babasızlığına saplanmış, annesinin ölümüne bağlanmıştı. Füsun’a olan aşkı ve ızdırabı ve mutluluğu her şeyin önüne geçmişti. Geriye kalan her şey, ona tercih hakkı bırakmadan kendi hâlinde gerçekleşiyordu. Kendi içindeliğinin yoğunluğu diğer her şeyin önüne geçiyordu demek ki. Bunun bu kadar net, bu kadar somut karşılığını elinde tutuyordu, belki de ilk defa… Hemen kendini ferahlatmaya çalıştı: Hayır, böyle bir insan değilim. Dışarıya, dünyaya, ülkede yaşananlara kör, sağır değilim. Düşünüyorum. Düşüncemde sorguluyorum. Eylemlere katıldım. İki yıl önce yapılan 1 Mayıs’a gittim, diye düşündü. Ama hâlâ öfkesi ağır basıyor, kendini hırpalamaktan geri duramıyordu. O çocuğun kulaklarında hâlâ yankılanan sesi, nezakete sarınmış, başkalarından destek bekleyen direnci ona ferahlama alanı bırakmıyordu. Körsün, diye düşündü. Sağırsın, diye düşündü. Bak gencecik çocuk, karşısında kat kat zırh kuşanmış polislere rağmen elinde megafon, korkmadan düşüncesini dillendiriyor. Seni ikna etmeye çalışıyor. Aylardır. Aylardır… Sense katıldığın demir bariyerlerle çevrili yasal eylemlerle övünüyorsun, diye düşündü. Taksim Meydanı’nda seneler sonra izin verilen eylemlere katılmış, kontrol altında gerçekleştirilen, üzerinde helikopterlerin dolaştığı, her yanını polislerin sardığı o törenlerde bile tedirgin olmuştu. Meydandan ayrıldıklarında ferahlamış, hatta bir şey olmadı diye sevinmişti. Sonrasında sosyal medya paylaşımlarından, haberlerdeki görüntülerden, gazetelerdeki yazılardan ve Erkan’ın coşkusundan kalabalığın ne kadar devasa olduğunu görmüştü. Oysa içindeyken, tedirginlikten ne kadar büyük bir şeyin, ne kadar büyük bir anın parçası olduğunun bile farkında değildi. Ancak ertesi gün kendisiyle gurur duyabilmiş, bir şeylere, bir harekete ait hissettiğini, geçmişle ve bugünle bağ kurabildiğini duyumsamıştı. Füsun gelmemişti… Kalabalıkları, büyük gürültüleri, birlikte tek bir noktaya yükseltilen sesleri sevmiyordu. Ürküyordu. Endişelenmesin diye o gün hissettiklerini ona anlatmamıştı Kenan. Yaşadığı tedirginliği, güvercin uykusu gibi her an tetikte bekleyen güvensizliğini anlatmamıştı. Seneler içinde derlenen, toparlanan güvenini, özgüvenini böyle endişelerle sekteye uğratmak istememişti.

Elindeki bildiriye bakıyordu Kenan. Başını kaldırdı, etrafını izledi. Rutininden sapmıştı. İçinde baş gösteren paniği görmezden geldi. Gencecik çocuklar konuşuyorlar. Gencecik çocuklar imza topluyorlar, dedi kendine. Karşılarında zırhtan duvarlar. Ellerinde kalkanlar, yüzlerinde maske. Çocuklar korkmuyor. Çocuklar korkmuyor. Yürüdü, gençten bir kızın yanına yanaştı. “Ben de imza atmak istiyorum,” dedi.

Kız Kenan’a bakıp gülümsedi. Elindeki plastik mavi tükenmez kalemi uzattı. Kenan daha önce kullanmadığı bir kalemitutmuş olmanın rahatsızlığını parmaklarında hissetti. Birkaç kere elinde çevirdi. Adını yazdı. Satırın karşısına imzasını attı. İmzasının ilk kısmı silik çıkmıştı. Olsun, dedi. En azından sonu güzel oldu. Listeye baktı. Listede onlarca isim, imza.

“Çok kalabalığız,” dedi listeyi elinde tutan kız. Kenan kıza baktı. Bir şey diyemedi. Sadece gülümsedi. Kalemi geri uzattı. Gencecik, gencecikler. İyi akşamlar dileyip uzaklaştı kız. Göğsündeki yelekte “Taksim Bizim” yazıyordu. Taksim bizim, diye düşündü Kenan. Çok kalabalığız. Ama onların kaskları ve kalkanları var. Copları ve gazları var. Olsun, dedi, kalabalığız. İçine bir iyimserlik yürüdü. Bir kalabalığa karışmak, sessiz bir kalabalığa karışmak, yazılı, kâğıt üzerinde de olsa bir kalabalığa dahil olmak ummadığı bir ferahlık getirmişti ona. Bir süre daha imza toplayan gençleri izledi. Onları fark etmeden geçip giden insanları gördü. Onlardan değilim, diye düşündü. Onlardan değilim. Ben bu gençlerden yanayım. Ben ağaçlardan, meydanlardan, özgürlükten, adaletten yanayım.

Bir yanıt yazın