İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tadımlık: Yaşamaklar


Yalnızız / sayfa: 122-125

Hikmet Abi sabah erkenden gelir, birkaç çayla bütün günü geçirir, bazen konuşur bazen de ağzını bıçak açmaz.

Kahvenin geleni gideni çoğu zaman aynıdır. Sabah açılışı, akşam kapanışı, çayın kaç kere demleneceği, raflarda hangi bardakların kalacağı, kimin ne içeceği, kime veresiye verilip kime verilmeyeceği, zamanın geçişi, çoğu şeyin aynılığı aynıdır. Yoldan geçenler, içeriye bakanlar, eve aş götürenler, fabrikada çalışanlar, okula gidenler, işten dönenler, eli cebinden çıkmayanlar, bir iş tutup çalışmayanlar, aylaklık hakkını savunanlar, karısının dırdırından kaçanlar, emekliler, esnaflar, diyafonun sesi, markaların, çay tabaklarının ve çuhaların rengi senelerdir aynıdır. Sırtını duvara dayayıp gerinenler, aniden kalkmaya hazır bir halde oklava yutmuş gibi oturanlar, masalar arasında seğirtenler, yancılar, kahve sevenler, oraletçiler, çaycılar ve gazozunu bir yudumda içenler aynıdır. Bozuk yolun asfaltı, sokak lambaları, tek tük çıplak ağaçlar, iki katlı binaların çirkin ışıkları, başı örtülü bacılar, gençliğini yaşamadan yaşlananlar, eli nasır tutanlar, sinyalciler, üç çocuk yetiştirenler, evlenemeyenler, işçi pazarında bekleyenler, memurlukları boyunca iki ceketi döndüre döndüre giyenler, minibüsçüler, muavinler, 9:15 treni, 14:20 treni ve 20:30 treni makinistleri, bekçiler ve sokak hayvanları. Aynıdır.

Hikmet Abi de hep aynıdır. Dükkâna gelişi, oturduğu sandalye, baktığı pencere, içtiği sigara, bıyık boyu. Seneler içinde seyrelen saçları, kısalan boyu, daha az gören gözleri. Her gün gördüğün şeyin nasıl bir değişimden geçtiğini fark etmek hem zor hem de kolay. Seneler geçer, yanındaki insanın değiştiğini fark etmezsin. Sonra bir an gelir, en yakınındakinin aslında hep baktığın o insan olmadığını görürsün. Zaman gizli bir büyücüdür. Gözlerini öylesine bağlar ki, çoğu şeyi gördüğünü sanırsın fakat bakmaktan fazlasını yapmadığını anlamazsın. Kasabaya bakıyorum, hiçbir şey değişmiyor; kasabaya bakıyorum, her şey değişiyor.

Bir gün –öğleden sonraydı; günlerden bir gündü, adının önemi yoktu– Hikmet Abi’ye çay götürdüm. “Otur,” dedi. Oturdum, dükkânda üç beş aylak sinekleri seyrediyordu. Çırak uyukluyor, sokak sıcaktan çatlıyordu.

“Halil,” dedi, “en can sıkıcı olan ne, biliyor musun?”
“Ne Hikmet Abi?”
“Yalnız olduğumuzu bir şekilde kabulleniyor oluşumuz.”
Çayının yanındaki şekeri aldı, üfledi, damağıyla yanağı arasına sıkıştırdı. Kaşıkla bardağın üstündeki çay köpüğünü toparladı ve tabağa döktü.
“Öyle ki yalnız olduğumuzu kabullendiğimizin bile farkında değiliz.”

Hikmet Abi’yle konuşurken ona sessizce eşlik etmek gerektiğini öğrenmiştim; o düşüncelerini açar, ben de dinlerdim. Başlarda söylediklerine karşılık vermeye çalışıyordum ama sonraları beklediğinin bu olmadığını fark ettim. Bana sırrını açıyordu sanki her seferinde. Düşüncelerini herkesle bölüşen biri değildi.

“Bak,” dedi, “şurada üç beş fukara oturuyor, her biri ayrı dünyada. Fiziken yan yanalar, evet. Ama kafalarının içine girsen hepsinin nasıl farklı dünyalarda olduğunu görürsün. Bak, şu Çulsuz
Süleyman’ı görüyor musun?”

O tarafa baktım. Kapıya yakın masalardan birinde oturuyordu Süleyman. Açık kapıdan uzağa, olabildiğince uzağa bakıyordu. Ne kadar uzağa gidebilirse.

“Bu Süleyman, üç çocuğu, hanımı, evde yaşayan anası, gelip gideni, eşi dostu, akrabası derken bir dünya insanın arasında, değil mi? Desen ki ‘Yahu şu Süleyman da ne kadar yalnız adam!’
yüzüne yüzüne gülerler, değil mi?”

Çayından bir yudum aldı.

“Öyle değil işte… O kadar yalnız ki Süleyman, en az hepimiz kadar. Ve işte biz de en az onun kadar yalnızız.”

Ne demek istediğini anlamıyordum ama sormuyordum da.

“Anlamadın değil mi?”

Güleç bir ifadeyle bakıyordu bana. Başımı iki yana salladım.

“Bak, insanın etrafındakilerle değil, anlatamadıklarını anlatabileceği, hayatını bölüşebileceği, onu sahiden anlayabilen ve ona yarenlik edebilen birilerinin varlığıyla ilgili bunlar. Kafanda hep bir soru vardır; gece yatağa girince o soruyla döner durur, uyuyana kadar kendinle konuşursun. Sağa dön olmaz, sola dön, cık. İşle ilgili olsun, derdinle, sıkıntınla, hastalıkla, yoklukla ilgili olsun; ne dersen… İşte onu kendinle konuşuyorsan yalnızsın demektir. Ne kadar çok kendinleysen o kadar yalnızsın Halil.”

Bir şeyi anlatabilmiş ve karşısındakinde bıraktığı izi görebilmiş olmanın sevinciyle bakıyordu Hikmet Abi.

“İçinde susmayan birisi varsa yalnızsın. Çok yalnızsın. Bana öyle geliyor ki Halil, hepimiz o kadar yalnızız ki, herkesin içinde susmayan biri ve hatta birileri var. Yalnızlıktan kendimizle konuşup duruyoruz. Bölüşebileceğimiz, paylaşabileceğimiz bir kendimiz varız. O nedenledir ki, insan kalabalık içindedir ama yalnızlığı şatafatıyla yaşar ve herkesin şatafatı kendine.”

Çayından bir yudum daha aldı. Ufalanmış şekerden kalanları ağzında çevirdi. Sakalını kaşıdı. Süleyman’a baktı uzun uzun. Orada olduğumu unuttu, kendi sesine döndü. Tezgâhın arkasına geçince ortalığı toparladım. Çırak oturduğu yerde öğle uykusuna dalmıştı. Ses etmedim. Süleyman yoldan
geçenleri seyrediyordu. “Yalnız,” dedim. “Yalnızız.”

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir