İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yılın getirdikleri – Bölüm 4: Nisan

Geçtiğimiz Nisan ayı, okuma açısından oldukça bereketli bir aydı. Evde geçirdiğim günleri, genellikle bol bulutlu ve kapalı olan havanın da etkisiyle değerlendirdim. 7 kitap okudum. İçlerinde çok beğendiklerim oldu. Özellikle her edebi sohbette okunmasını kesinlikle tavsiye ettiğim bir kitaptan burada da bahsedeceğim.

Biraz ahvalimden bahsetmek istiyorum. Ayın 18’i olmuşken, 10 gündür yeniden tam zamanlı iş hayatına dönmüş olduğumu söylemek istiyorum. Geçirdiğim bu süre, arkamda bıraktığım tam zamanlı bir işle meşgul olmadığım 1 sene 3 aylık bir dönemin ardından, ne yalan söyleyim, fizyolojik olarak zorlayıcı oldu. Buna alışacağımın farkındayım ancak yeniden bir yazma ve okuma düzenine kavuşmuşken, bu düzenin bozulması canımı sıkan yegâne konu olarak yanıbaşımda ete kemiğe bürünmüş bir vaziyette durmakta. Sanki içime doğmuş gibi, Nisan ayında da oldukça bereketli bir okuma serüveni geçirmişim. Okuyabildiğim kadar okuyayım, sonra zaten istediğim kadar okuyamayacağım… Neyse, yeni bir düzen oturtmak gerekecek. İnsan her şeye alışıyor. Alışacağız.

Geçtiğimiz ay, daha evvelki aylarda bahsettiğim yazmaya yeni başladığım romana dair hiçbir üretimde bulunmadığımı söyleyeyim. İlk bölümde, kitabımın ana karakteriyle konuşuyorduk; ki zaten bu ana karakterle birkaç senedir konuşuyordum. Öykülerime konuk oluyordu. İkinci bölümdeki kadın karakterin benimle konuşmasını bekliyorum. Henüz diyaloğa giremedik. Belki de benden bir adım bekliyordur. İlk soruyu sorsam gerisi gelecektir. Bunu düşündüğüm bir gece, o konuşmuyorsa sen ona sorular sor şeklinde kendimi dürttüm. Ama hangi soruları sormalıyım? Bu aralar da bunu düşünüyorum. Bir roman karakterine hangi soruları, hangi doğru soruları sormak gerekir… Umarım tez zamanda o soruları sorabilirim ve heyecanını hissettiğim yazma eylemine dönebilirim. Bu dosyayı bitirmeyi çok istiyorum. Uzun bir yol var ama o yolu yürümekten keyif alıyorum.

Lafı çok uzattım. Hep öyle yapıyorum. Konu konuyu açıyor. En iyisi okuduklarıma geri dönelim:


1. Örümceklerin Yuvalandığı Patika – İtalo Calvino

Calvino’nun ilk roman deneyimi olan kitap, İtalya iç savaşına çocuk masumiyetiyle yaklaşan, İtalyan kültürüne ve yaşantısına çocuk gözüyle baktığımız bir kitap. Çocuk karakterimiz, anne ve babasını kaybettikten sonra geçimlerini sağlamak amacıyla mecburiyetten hayat kadınlığı yapmaya başlayan ablasıyla yaşar. Bunu sorun etmeyen karakterimiz, hayatın gerçekleriyle tanışmamış, savaşı, örgütleri, “büyük insanların” dilini henüz öğrenmemiş bir çocuktur. Bir gün ablasıyla yatmaya gelen askerin silahını çalar ve artık geri dönemeyeceği bir yola girmiş olur. İç savaşın acımasız yüzünü, insan karakterlerinin savaş dönemlerinde nasıl belirleyici olduğunu, hayata başlayamamış, masumiyetini yitirmemiş bir karakterin gözünden okuyoruz. Bir yanıyla hüzünlü bir hikâyeyken, diğer yanıyla savaşın insani boyutta yıkıcılığını bir kez daha gösteren haykıran bir kitap. İlk kitapların günahları görmezden gelinir; Calvino da kitabın önsözünde bundan bahseden bir giriş yazıyor. Yaptığı düzeltmeleri, önsözü yazdığı dönemde bu romanı yazsa farklı şekilde kaleme alacağını anlatıyor. Güzel kitap. Calvino okumaya buradan başlayabilirsiniz.


2. Aşk ve Gurur – Jane Austen

Bu sene adet edindiğim üzere klasiklere de yeniden dönme eğilimindeyim. Daha önce okuma fırsatı bulamadığım Aşk ve Gurur’u okuma fırsatını edindim.

Kitabın hikâyesinden ziyade, kurgunun mükemmelliği, Austen’ın karakter analizleri ve görsel olarak karakterlere dair neredeyse hiçbir şey sunmadan onları bizim tahayyülümüzde canlandırabilme yeteneğine hayran kaldığımı belirtemeliyim. Birçok kırılma noktasının yanı sıra, İngiliz toplum yapısının bir anlatıya yedirilmesi ilgimi çeken bir başka noktaydı. Kıyafetler, yaşanılan mekânlar, sosyal hayat, askerlik, din adamlığı, soyluluk, alt sınıf kavramı ve hatta miras hukuku! Kadınların baba mirasından pay alamıyor oluşunu kitaptan öğrenince şaşırdığımı belirtmeliyim. Sonra başka başka düşünceler evrildi aklımda: Bizim ülkemizde miras hukuku nasıldı, nereden nereye evrildi, diye sordum. Araştırınca iç açıcı şeylerle karşılaşmıyorsunuz. Kadın her yerde eziliyor arkadaşlar. Geçtiğimiz yüzyıllarda da, günümüzde de eziliyor.

Kitabın konusundan sapmadan, açıkçası şunu söylemeyi istiyorum (okumayanlar için spoiler uyarısı): Kitabın mutlu sonla bitmiş olması, tam bir haya kırıklığıydı… Böyle iki karakterin bir şekilde mutlu olmalıymış hissiyatının gerçek hayattan bire bir alınmış olarak aktarılması bana daha gerçekçi bir okuma deneyimi yaşatabilirdi. Onlarca yanlış anlaşılma, gurur kırılmaları, nefret etmeler, ağlama ve sinir krizleri, aylarca birbirini göremeyen, açıklama yapamayan iki âşık… Ama mutlu son. Bence cayır cayır yanmalıydılar. Mutsuz bir final, kitabın katarsisi olabilirdi. Evet, böyle düşünüyorum.


3. Fahreinheit 451 – Ray Bradbury

İthaki Yayınları’nın yeni çeviri ve edisyonuyla hazırlanmış kitabını okudum. Kitabı okuduktan sonra, yakın zamanda başlayacak dizisini de merak etmedim diyemem.

Ürkütücü bir gelecek tahayyülünün içerisinde, kitap okumanın, düşünmenin, sınırlandırılmış hayat çizgilerinin ve kuralların dışına çıkmanın kesinlikle suç olduğu, ağır cezalara çarptırıldığı bir dünya. İnsanların içerisinde ne kadar baskı görürse görsün bir şekilde gün yüzüne çıkmaya niyetli olan “cesaret” duygusunun etrafında ilerleyen bir distopya. Düşününce, yakın geleceğimizin ve hatta içerisinde bulunduğumuz coğrafyada pek uzak bir gerçeklikte yaşamadığımızı söyleyebiliriz.

Bu günlerden, bir kız çocuğunun düşünceleri, yaşam sevinci, hayata bakış açısı ve onun içimizi gıdıklayan aykırı hareketleri kurtulacağız belki de. Kim bilebilir ki…


4. Şehrin Sahibi – Maksat Nur

Bu kısacık roman, yanıbaşımızdaki ama hiç tanımadığımız bir ülkeye dair. Azerbaycan’ın iç işleyişine bakış açımızı değiştirecek ve sürpriz sonuyla hiç ummadığınız düşüncelere taşıyacak.

Annesi, Bakü valisinin okul arkadaşı olan karakterimiz, bir sabah valinin hiç beklenmedik ziyaretiyle şehri dolaşmaya başlar. İnsanın mevki ve iktidar karşısındaki değişen tutumlarını, şekil değiştirmelerini, oyunlarını, iki yüzlülüğünü görür. Öyle ki, geçmişine gider ve annesiyle ilişkilerini sorgular; çocukluğundan karelerle gününü bağdaştırır. Hiç ummadığı bir iktidar gücünün eline geçmesiyle de, insanoğlunun nasıl değişebildiğini bize olabildiğince soğuk gerçekliğiyle aktarır.

Etkileyici bir kitap. Basit anlatım dili, benzer sosyal ve gündelik hayat yansımalarıyla çok uzakta olmayan bir ülkeden içerisinde olduğumuz gerçekliklerin anlatımı.


5. Unutmanın Genel Teorisi –  José Eduardo Agualusa

Bu kitabı kesinlikle okumalısınız. Evet, konuştuğum herkese önerdiğim gibi, bu satırlara bakışı değen herkese tavsiye ediyorum.

Afrika’nın kaderi başka ülkelerce belirlenmiş ülkelerinden birinde, Angola’da geçen hikâyemiz gerçek bir olaydan esinlenilerek kurgulanmış. Angola’daki siyasi hareketlilik nedeniyle dilini bilmediği bir ülkede bir başına kalan karakterimiz, yaşadığı dairenin kapısına bir duvar örer ve orada 30 sene yaşar. Evet, tam 30 sene apartman dairesinde sonraları ölecek bir köpekle yaşar. Savaştan, insanlardan saklanır. Kimseyi tanımıyordur, dışarıda ne olup bittiğini bilmiyordur.

Etkileyici ve gerçek bir hikâyenin, oldukça başarıyla kurguya dökülmüş hali. Kitap hakkında detaylı incelemeyi neokuyorum.org‘a yazdım. Okumak isteyenler için link bırakayım: http://www.neokuyorum.org/bir-apartman-dairesinde-30-yil-gecirmek/


6. Kış Uykusu –  Goli Taraghi

İran Devrimi’nin hemen öncesinde kaleme alınmış bir roman Kış Uykusu. İran sosyal hayatını, orta sınıfın yaşantısını ve yavaş yavaş kaynamakta olan korku yönetiminin ayak seslerini duyabildiğimiz bir kitap.

Devrim sonrasında Fransa’ya kaçan ve orada öyküler, romanlar yazıp filmler yöneten Taraghi, oldukça kasvetli bir dil kullandığı romanında, yaşamının sonlarında olan ve yalnız yaşayan bir karakterin yaşantısına götürüyor bizi. Uzunca yıllar hiç ayrılmamış bir grup arkadaşın, seneler içerisinde yavaş yavaş birbirinden kopmaları, hayatın her birini farklı köşelere savurması, acılar, ölümler, yıkımlar, hastalıklar, kazalarla dolu bir kendine bakış hikâyesi. Devrim öncesi İran halkının günlük yaşamını görme açısından çok ciddi bir kaynaklık ettiği için önemli bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Bunun yanında şunu eklemeliyim: Dili çok ağır, anlatı çok kasvetli ve iç içe geçmiş hikâyeler bir süre okumanızı zorlaştıracak faktörler oluyor. Ancak çokça uzun olmayan bu kitabı sabredip okumanızı öneriyorum.


7. Veda Ederken – Juan Carlos Onetti

Alakarga Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Onetti kitapları, benim de ilgimi çekti. Veda Ederken ile başladım kitaplarına ve devamını getireceğim sanırım. Onetti’nin insan düşüncelerinin zihin düşümlerini aktarma konusundaki yeteneği, bu kısa romanda kullandığı biçim ve dil yoğunlu, konunun sadeliğine rağmen işleme yöntemi, tercihleri, bizi metne dahil edişi ve daha birçok nedenden ötürü diğer kitaplarını merak ettiğimi söyleyeyim.

Veda Ederken’de ana karakterimiz son günlerini yaşamakta olan birisi ve sayfiye kasabasına gelir. Ana karakterimiz bu hasta adam ama hiçbir şekilde onun sesini duymayız, hiçbir diyaloğa dahil olmaz, anlatıda yoktur. Fakat özne kendisidir. Kasabanın sakinlerinin ağzından karakterimize dair düşünceler, izlenimler ve tahminlerle neler yaşadığını, hastalığını, ilişkilerini, ailesini ve problemlerini görürken, içine girdiğimiz bu dar dünyada ne kadar geniş sınırlar içerisinde hareket ettiğimizi görünce şaşırmadan edemedim. Dilin yetkinlikle kullanılması böyle bir şey işte. Roman bu yüzden roman ve edebiyat bu yüzden edebiyat.

Bu kısa romanı okumanızı öneriyorum. Alakarga’ya da buradan teşekkürlerimizi iletelim.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir