İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir karakter yaratmak ve uzun süren sancıları

Sizlere de oluyor mu, bilmiyorum. Bir metni okurken, bazen o metnin karakterlerine o kadar hayran oluyorum ki, keşke, diyorum, keşke bu karakteri ben yaratsaydım. Bu duyguya en son Bardamu’da yakalandım. Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk kitabını okurken, daha ilk sayfalardan itibaren, karakterin dünyasıyla öylesine yoğruluyorsunuz ki, hem bundan derin bir haz alıyor hem de içinde bulunduğunuz ruh haline şaşırıyorsunuz. Kitabın çevirmeni olan Yiğit Bener de, sonsöz olarak kaleme aldığı bölümde, bizzat kitabın baş karakteri Bardamuleşerek, kitaba nokta koyuyor. Burada sevgili çevirmenimiz Bener, iki yıllık bir çeviri yaşamının ardından, doğal olarak karakter ve dünyasıyla hemhal olduğundan, böyle bir sonsöz yazma hakkını kendinde görmüş ve bunu çok da güzel bir şekilde gerçekleştirmiş. Demek istediğim, karakterin sıradan ya da sıradışı olmasıyla, hali hazırda gerçekliğini bilmediğimiz, çoğunlukla kurgusal bir metinin karakteri/karakteriyle kendimizi nasıl bu denli içselleştiririz? Bir kitap karakteri, bizi kendisine nasıl bağlar?

2019’un ilk yarısında, 2018 yılının başında başladığım ve adını “Yaşamaklar” koyduğum, henüz kendisine yayıncı bulamamış kitabımı tamamlamış, kurduğum dünyanın içerisinden uzunca süre çıkamamıştım. Etrafımda, benim gibi yazma uğraşıyla meşgale eden dostlarımla bu konuyu konuşurken, aynı duyguyla baş etmeye çalıştıklarını dinledim. Peki, neydi içinde bulunduğum durum?

Yaşamaklar’ın dört ana karakterinden birisi olan Kenan, benim seneler önce Masa Dergi için kaleme aldığım ve sonrasında başka öykülerime de konuk olmuş, varlığını yavaşça kendiliğinden örmeye başlayan bir karakterdi. Metnimi bir buçuk yıl gibi bir sürede tamamlamış olsam da, Kenan benimle yaklaşık 3 senedir yaşıyordu. Dolayısıyla, onun kişiliği, topluma bakış açısı, felsefeyle ilgisi, babasızlığı, annesine bağı, insanlarla olan ilişkisi zaman içerisinde kendiliğinden oturdu. Kenan’ın bir roman karakteri olması gerektiğini düşünmeye başladığımda, buna en çok, belki de en az sevinen ben oldum, çünkü Kenan’ı başka kimse tanımıyordu. Sanırım, bir süre daha onunla pek az insan tanışacak.

Metnimi okuttuğum birkaç arkadaşım, diğer karakterlerle beraber, Kenan’ı da sevmediler. Belki de sevemediler. Nedeniyse, aldığı kararlar, davranışları, verdiği tepkiler, yalnızlığa ve kendindeliğe tutkusu, ilişki içerisindeki hareketleri, tamamen sinir bozucu seviyede, ben merkezci olmasıydı.

Bununla beraber, Yaşamaklar’daki diğer ana karakterler de tam olarak Kenan gibi olmasa da, kendi hayatlarıyla, kendi dertleriyle yaşamaya mecbur olan, kendi kararlarını alma konusunda, karar alma mekanizmaları toplum ve çevre baskısıyla şekillenen, yaşadıklarından bir hayli etkilenerek sağlıklı düşünme konusunda başarılı olamayan kişilerdi.

Bardamu, başına türlü dertler açan, yaşantısının pek çok noktasında kendisinde dert ve cefaya neden olmuş arkadaşının peşinden defalarca kez gider. Nedeni, kaderlerinin ortak olduğunu düşünmesidir. Bir şekilde, arkadaşının hayatına bakarak imrenir. Zayıf kararlar alır, yanlış hamleler yapar. Mutsuz olur, ölümden döner. İstemediği bir hayat yaşar. Başarısız bir doktor olmasının nedeni de tam olarak budur. Karakterimiz, çoğunlukla bizi hayatımızda konumlandıran şeydir.

Senelerdir yazma uğraşı içerisinde olan birisi olarak, bir karakter yaratmanın temel unsurlarının başına, insani olmasını koymam gerektiğini hissediyorum. Okuduğum metinlerde, beni olay örgüsünde karşılayan karakterin ya da karakterlerin, bir şekilde hayatın içerisinde var olan, hikâyelerini duyduğumuz ama ilgilenmediğimiz kişilerden seçilmesini sevdiğimi de fark ediyorum. Peki karakterin ya da yazarın anlattığı hikâye (burada başka bir sorun da doğmakta, anlatılan yazarın hikâyesi midir, karakterin, karakterlerin midir?) okurunu bir şekilde insani veya toplumsal yönüyle yakalamalı mıdır? Metnin böyle bir amacı var mıdır? Hani hep duyarız ya, anlatıcının bize anlatmak istediği bir derdi var, diye. Böyle bir şey olmalı mıdır?

Geçtiğimiz yıl içerisinde okuduğum iki Ishiguro romanında, yazarın biraz önce bahsettiğim bu durumdan sıyrıldığını, hikâyesiyle meşgulken aynı zamanda okunurken tarifi zor bir tat bıraktığını söylemek istiyorum. İlgi çekici ve merak uyandırıcı bir hikâye okurken, aynı zamanda yazarın üslubunun etkileyiciliğini sayfalar boyunca, sıkılmadan, usanmadan, sabretmenize bile gerek kalmadan tadıyordunuz (Bahsettiğim kitapları merak edenler için ilki Beni Asla Bırakma, ikincisi ise Günden Kalanlar.) Anlatırken bile kolay olmayan bu uğraşın, bir karakter yaratıp onun etrafına bir roman örme esnasında yaşatacağı zorluğu anlatmaya çalışmayacağım.

İşte tüm bu etkilenmişliğin, okuduğunuz başarılı romanlardan geriye kalan sıradışı karakterlerin gölgesi altında, Yaşamaklar’ı yazarken, uzunca zamandır hayatımda olan karakterimin yanına eklediğim diğer karakterlerin bana yaşatacağı zorlukları hiç düşünmemiştir. Bir karakteri doğurmak, onu baştan aşağıya yaratmak, zannedildiği kadar kolay olmayan bir şey. Ben anlatıcı yöntemini kullanmaya karar verdiğimde bunun sıkıntısını uzunca zaman yaşadım. Bahane aradığım için değil, gerçekten işin içinden çıkamadığım için aylarca yazamadım. Hakikaten zor bir matematik problemini çözmeye çalışır gibi düşünceler içerisinde günler, geceler geçti. Onların benimle konuşmasını bekliyordum, bana kendilerini anlatmasını istiyordum ama olmuyordu. O zaman, tıkanma dediğimiz bu süreç uzayınca, aklıma şöyle pratik bir yöntem geldi (kaybettiğim zamanı düşününce pek pratik dememek lazım galiba). Onlar konuşmama konusunda direnç gösteriyorlardı ama benim onları konuşturmam gerekiyordu. O zaman onlara sorular sormam lazım diye düşündüm. Teker teker, hikâyemin akışına göre sorular yönelttim. Bir şekilde çözülen ilmekler gibi yavaş yavaş karakterlerim çözülmeye, bana kendilerini anlatmaya başladılar. Ben sordum, onlar anlattı, dinledim. Uzunca süre böyle devam etti. Bir süre, hastalıklı bir süre, böyle hiçbir şey yazamadan, kurduğum hikâye için yarattığım karakterlerle konuşarak geçti. Deli işi.

Aylar süren yazma eyleminin ardından, aklınızın içerisinde dolanan her şeyi metnin içerisine aktardığınızda ve bitti artık, diye düşündüğünüzde yanıldığınızı baştan bilirsiniz. Her zaman eklenecek, çıkartılacak, karakterin size fısıldayacağı bir şeyler olacaktır. Çünkü başlı başına, somut olarak var olmasalar bile her şeyiyle var ettiğiniz, hayatlarını baştan aşağıya yazdığınız karakterler, öyle kolay kolay hayatınızdan çıkamıyorlar. Ve siz de ayrılmayı kolay kolay hazmedemiyorsunuz ve hatta istemiyorsunuz.

Bu yazıyı neden yazdığıma gelince… Uzunca zamandır bunlar üzerine düşündüğümü fark ettim. Bir karakteri nasıl yazmaya karar verdiğimi düşünmeden edemiyorum. Hikâyeye mi karakter var ediyorum yoksa karaktere mi bir öykü giydiriyorum, bilemiyorum. Geçtiğimiz senenin başından bu yana öykü yazamadığımı düşününce, ikisi de değil galiba. Sebebini bilsem ya da bilmesem de fark etmiyor. Bir kitap okurken, karakterlerin dünyasına girerken, o karakterin var edicisinin neler yaşadığını, neler hissettiğini, düşüncelerini, sıkıntı ve sancılarını, kararsızlıklarını düşünmeden edemediğimi ve bunu fark ettiğimde taşıdığım hazzın keyfini belki birileri daha benimle paylaşıyordur. Aynanın iki tarafındada olan birisinin ağzından, bir karakter yaratmanın zorluklarını anlatmayı belki de bu yüzden yazmak istedim. Belki de sadece yazmak istedim, bu hikâyede karakter benim ve etrafına bir neden uydurmam gerekiyordu. Karakterin nedeni, hikâyenin konusu oldu. Umarım can sıkıcı olmamıştır.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir