Yazı Hariç podcast serisinin 3. bölümünün dökümünü sizlerle paylaşıyorum.
Merhaba, ben Caner Almaz. Yazı Hariç isimli podcast serisinin üçüncü bölümünü dinlemektesiniz.
Bu bölümün konusu “kendimizi yazmaya nasıl hazırlarız”. Bölüm içerisinde sizlere kendi deneyimlerim üzerinden bizi bir metni yazmaya hazır hissetme noktasına getiren süreçleri anlatmaya çalışacağım. Yeni romanımı yazmaya başlamadan önce yaptığım çalışmaları ve bu çalışmalar neticesinde kendimi yazmaya nasıl hazırladığımı aktarmaya çalışacağım.
Başlamadan önce bazı ufak ricalarda bulunmak istiyorum.
Bu ve önceki bölümlere dair düşüncelerinizi [email protected] mail adresine ya da podcastin Instagram ve Twitter hesaplarına mesaj yoluyla iletebilirsiniz. Ayrıca bölümü dinledikten sonra paylaşır ve arkadaşlarınıza da bahseder, onların da haberdar olmalarını sağlarsanız çok sevinirim.
Bu ufak hatırlatma, küçük ricamdan sonra konumuza giriş yapalım.
Bir alıntıyla başlamak istiyorum:
Edebiyat Dersleri kitabında Julio Cortazar şöyle diyor: “Şahsen, olağanüstüye hiçbir atlama yapmayan, tamamıyla gerçekçi öyküler de yazmaya teşebbüs etmiş bir kişi olarak şundan eminim ki, hafızamıza kazınacak olan gerçekçi öykü bize gösterilmiş olan gerçeklik parçasının bir şekilde anekdotunun ve anlatılan hikayenin çok daha ötesine gittiği öyküdür. Daha ötesine gitmek birçok anlama gelebilir: Mesela karakterlerin psikolojisine doğru derinlemesine bir iniş anlamına gelebilir. Bir çiftin ya da bir ailenin davranışları ve hayatı gerçekçi bir biçimde gösterilebilir, ama öykü unutulmaz olmayı ancak bize anlatılanın yanı sıra, öyküde olan bitenin, bizzat öykünün içinde açıklanması gerekmeden, kahramanların zihnine, psikolojisine, derin kişiliğine girmemizi sağladığında başaracaktır.”
Cortazar’in, yazma eylemi için kitapta verdiği bu tavsiyeler içinde bahsettiklerine bir göz atalım isterseniz:
Yazılan hikâyenin gerçekçi olması ve gösterilen hikayenin akılda kalıcı olabilmesi için yalnızca bunun yani hikâyenin verilmesi yeterli olmaz diyor Cortazar. Bunun için daha ötesine gidilmesi gerektiğini, örneğin karakterlerin psikolojisinin anlatılması gibi, karakterlerin hayatlarının gerçekçi biçimde gösterilmesi gibi çabalara girişilebilir diyor. Ancak, burada her şeyin yazılmaması gerektiğini, okurun kahramanların zihinlerine girebildiğinde, psikolojilerini yaşadıklarında okudukları hikâyenin okur için unutulmaz bir tecrübe olacağını dile getiriyor.
Yazmanın, anlatılacak olay ya da durumun, hikayenin, yaşanmış veya yaşanmamış olmasına bakılmaksızın ciddi hazırlık gerektiren bir eylem olduğunu düşünüyorum,
Yani şöyle düşünebilirsiniz: Geçeyim bilgisayarın ya da kağıdın başına, geçenlerde şahit olduğum ve bana çok ilginç gelen olayı anlatayım. Evet bunu yapabilirsiniz. Bir olayı, durumu aktardığınız bir metin de ortaya koyabilirsiniz.
Evet ama olay ya da durumu anlatmanın temelde edebi bir metin yaratmaya yetmediğini düşünüyorum. Hikâyeleştirme sanatının içerisinde bir olay ya da durum aktarma işi vardır ancak yalnızca bunu aktarmanın, okura ve hatta yazara doyurucu bir etki bırakmayacağını düşünüyorum.
Bu nedenle de hikâyenin ihtiyacı olanın olay-durum dışında, betimleme, mekan, zaman, karakterler, onların ruh halleri gibi ana başlıklarının okura tam olarak hazır bir şekle getirilerek aktarılması gerektiğini düşünüyorum. Bu da ciddi bir hazırlık ve çalışma gerektiren bir şey.
Çünkü küçük bir öykü yazsanız bile adeta bir makine gibi çalışan ve dişlilerinin sorunsuz işlediği bir organizma kurmanız gerekiyor.
Kaldı ki anlatacağınız hikâye, şahit olmadığınız, karakterlerinin tamamen kurmaca olduğu bir şey de olabilir. Bir roman kurmanın temelinde karakter yaratmak önemli bir şeydir. Ancak olay yalnızca karakter yaratmayla sona ermez. Bu karakterlerin nerede yaşadığını bilmek isteriz. Nasıl göründüklerini, nasıl hissettiklerini, hangi zamanda yaşadıklarını, duygularını, acılarını, neyi sevdiklerini, neyi sevmediklerini, ailelerini, geçmişlerini, düşüncelerini, iyi ya da kötü yanlarını, hatta gri diyebileceğimiz düşüncelerini de öğrenmek isteriz.
Şimdi bu şunu bir düşünmenizi istiyorum, ben kendi cevabımı kaydın sonunda sizlerle paylaşacağım: Okuduğunuz romanlarda, sizi metne bağlayan ve gerçekmiş hissiyatı uyandıran duyguyu, sizce anlatılan hikayenin sürükleyiciliği mi, yoksa tasvirle aktarılan ve gözünüzde o dünyayı kurmanızı sağlayan detayların verilmiş olması mı sağlıyor? Bunu düşünmenizi istiyorum, dediğim gibi ben cevabımı podcastin sonunda sizlerle paylaşacağım.
Konuya dönüp kendi çalışmalarımdan örnek vererek devam etmek istiyorum: Yazmaya başladığım yeni romanım, ilk romanımın devamı niteliğinde ve 1970-1980 yılları arasında İstanbul’da geçiyor. Yani kitabım için bundan 40-50 sene öncesindeki İstanbul’u tasvir etmem gerekli. Bu döneme şahit olmadığım için de doğal olarak araştırma yapmam gerekiyor. Bu sebeple pek çok kitap okuyup bahsettiğim dönemi aktaran gazeteleri, filmleri, müzik kliplerini yani aklınıza gelebilecek görsel mahiyetteki tüm materyalleri incelemeye çalışıyorum.
Ayrıca karakterlerimi yerleştirmek istediğim dünyayı daha iyi anlatabilmem için, onların dahil oldukları toplumsal ve siyasal durumu da aktarmam gerekiyor.
Örneğin Halil isimli karakterim, sosyalist devrimci bir öğrenci. Dönemin siyasal hareketlerine hakim olabilmek için editörüm sevgili Devrim Çakır’ın tavsiyesiyle Türk siyasi tarihinin gelişimini Osmanlı’dan itibaren ele almanın çok daha sağlıklı olacağına kanaat getirdim. Bunun için de Cem Yayınevi’nden çıkan Türkiye Tarihi’nin dördüncü cildini okudum. Yaklaşık 700 sayfalık bir özet. Osmanlı devletinin son yıllarından 80 darbesine kadarki ülkemizde yaşanan siyasal olayları, bunların toplumun üzerinde yarattığı değişim ve dönüşümü aktaran kıymetli bir derleme. Bana çok fazla faydası olduğunu düşünüyorum.
Dönem İstanbul’unu gözlemleyebilmek için Yeşilçam filmlerine baktığımı söyleyebilirim. Ayrıca o dönemin siyasal yapısını da filmler üzerinden okumaya çalışıyorum. Yine kitabımın karakterlerinden birisi ülkücü bir karakter olacak. Bu sebeple yine aynı gerekçeyle bir sağ araştırması yaptım. Bunun için filmler izledim.
Örneğin Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın başrolünü paylaştığı Birleşen Yollar isimli filmi izledim. Filmin önemini şöyle özetleyeyim: Film Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı isimli romanından uyarlama. 19770 yılında çekilmiş. Muhafazakar sinemanın, milli sinema akımının ilk örneklerinden biri. Türkiye’nin türbanla tanıştığı film diyebiliriz, türban ekran önüne ilk defa çıkıyor.
Dediğim gibi dönemin filmlerinden eski İstanbul’u gözlemlemeye çalışıyorum. Onlarca film izledim. Sokak hareketlerinin gelişimini aktarabilmek için pek çok grev filmi de vardı izlediklerim arasında. Bunlara örnek olarak da senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı Bir Gün Mutlaka filmini verebilirim. Yine senaryosunu Güney’in yazdığı Zavallılar filmi görsel olarak beni besleyen filmlerden birisi oldu. Uğur Dündar ve Hülya Koçyiğit’in oynadığı İşte Hayat filmini sayabilirim. Güneş Ne Zaman Doğacak isimli Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan’ın oynadığı film de milliyetçi cepheyi anlamak için izlediğim filmlerdendi.
2000’lerin başında çekilen ve o dönemi konu edinen Çemberimde Gül Oya isimli diziyi de izlediklerim arasında sayabilirim ve bana güzel ipuçları verdi. Diziyi izlerken kendimi şanslı hissediyorum. O dönemin yaşantısını aktarmasının yanı sıra, yakın dönemin İstanbul’unu da görmemi sağlıyor. Örnek vermem gerekirse, geçen gün Taksim meydanını dolaşırken yeni hali öncesindeki halini nereden izleyebilirim diye düşünmüştüm. Şans eseri dizinin bir sahnesinde tam da görmek istediğim yerler görüntülenmişti. Şanstan bahsetmişken benzer bir örnek daha vermek istiyorum: O dönemi yaşayan ve o zamanlarda otuzlarında olan insanlarla konuşmak istiyordum. Canlı şahitlerinden dinleyerek yaşanılanları ve İstanbul’u dinlemem gerekli diye düşünüyordum. Şans eseri birkaç günlüğüne gittiğimiz bir gezide tanıştığımız arkadaşımın ailesi bana çok yardımcı oldular. İstanbul’un o dönemine dair bilmediğim pek çok şey aktardılar.
Dönemin müzik piyasası da çok hareketli doğal olarak. İnanılmaz güzel bir kitaptan faydalanıyorum bu konu için de. Sizlerin de edinmesini tavsiye ederim kesinlikle. Derya Bengi’nin “Görecek Günler Var Daha” isimli ansiklopedik çalışması. 70’li yılları konu alan, o günlerin sosyal ve ekonomik gündemine dair çok önemli anlatımlarının, kompozisyonlarının yer aldığı derlemesi. Kendisinin bu çalışmasının altmışlar, seksenler ve doksanları içeren kitapları da var. Her biri birer hazine değerinde. Beni çok beslediğini, okurken de inanılmaz keyif aldığımı söyleyebilirim.
Pek tabii ki o dönem yazılan romanlardan da bahsetmek istiyorum. Sevgi Soysal’ın yenişehir’de bir öğle vakti romanı Ankara’da geçiyor ancak hem duygusal hem de karakter işlenmesi açısından benim için bir ders niteliği gördü. Tekrar tekrar baktığım yerleri var. Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar serisi, Füruzan’ın 47’liler romanı. Sayacağım diğer romanlar. Pek tabii ki Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına romanı. Her ne kadar dönem olarak daha eski bir zamanı anlatıyor olsa da karakter gelişimi, olay aktarımı gibi konularda beni besleyen ve çok sevdiğim bir roman. Daha önce, seneler öncesinde okumuştum ancak romanım için yeni baştan okuyorum.
Evet, Kısaca kendi deneyimimden bahsetmiş oldum sizlere. Bir dönem romanı yazmak zor bir iş, bunu söyleyebilirim. Şahit olmadığınız bir dönemin ruhunu aktarmaya çalışıyorsunuz. Hikayenize hakim olsanız da, döneme hakim olmanız ciddi bir çalışma gerektiriyor. Kitabın hikayesini netleştirdikten sonra aylardır bu çalışmalara zaman ayırdım ve hala yazmaya devam ederken, bir yandan da araştırmalarım devam ediyor. Muhtemelen de bitmeyecek gibi. Çünkü sürekli merak ettiğim, derinine inmek istediğim noktalar oluyor.
Yaşamaklar’ı yazarken de bu kadar tarihsel araştırmalar yapmasam da benzer bir süreçten geçmiştim. Bu benim muhtemelen yazma rutinim olacak. Gelecekte bu değişir mi, bilmiyorum. Belki yazmak istediğim şeylerin farklılaşması bu çalışma şeklini değiştirebilir. Bilmiyorum. Doğal olarak yazardan yazara bu çalışma ve hazırlık süreçleri farklılık gösterebilir. Her yazarın ayrı bir hazırlık, motivasyon süreci vardır. Kimisi uzun sürede çok fazla çalışarak yazar, kimisi geceleri kimisi gündüzleri yazar. Her yazarın yazma rutini farklılık gösteriyor, deyip konuyu burada kapatayım.
Bölüm içerisinde size sormuş olduğum soruya dönelim isterseniz. Sorum şuydu: Okuduğunuz romanlarda, sizi metne bağlayan ve gerçekmiş hissiyatı uyandıran duyguyu, sizce anlatılan hikayenin sürükleyiciliği mi, yoksa tasvirle aktarılan ve gözünüzde o dünyayı kurmanızı sağlayan detayların verilmiş olması mı sağlıyor?
Ben bu soruyu şöyle cevaplayabilirim: İkisinin de eşit derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Metin içerisinde hikayenin sürükleyiciliği kadar, o metnin tahayyül edilebilmesi de beğenilir kılar. Kimisi sevmez ama ben çok beğenirim: Dünya klasiklerini, özellikle rus klasiklerini okunur kılan sebeplerin en kıymetlisi bence yazarların aktardığı hikaye dışında, okura geçirebildiği o romanın geçtiği dünyayı hissediyor, görebiliyor ve dahil olabiliyor olmamız. Evet romanın ya da öykünün hikayesi önemlidir ama en az bunun kadar o metnin kurulduğu dünya da önemlidir. Ben böyle düşünüyorum.
Kaydın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Bu ve önceki bölümlere dair düşüncelerinizi [email protected] mail adresine ya da podcastin Instagram ve Twitter hesaplarına mesaj yoluyla iletebilirsiniz. Ayrıca bölümü dinledikten sonra paylaşır ve arkadaşlarınıza da bahseder, onların da haberdar olmalarını sağlarsanız çok sevinirim.
Bir sonraki bölümde görüşme dileğiyle. Hoşça kalın.
İlk yorum yapan siz olun