İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yazı Hariç Podcast Bölüm 17: Boş Ekran Sendromu ya da düşüncenin suskunluğu: Tıkanma

Merhaba, ben Caner Almaz. Yazı Hariç podcast serisinin 17. Bölüm dökümünü okumaktasınız.

Bölümü dinlemek için:

Bu bölümde sinir bozucu, yıpratıcı, yazma eylemini gerçekleştiren kişi için gerçekten stres doğuran bir süreçten bahsetmek istiyorum. Öğrencilik hayatı olanlar da dahil olmak üzere herkesin başına geldiğini düşündüğüm bir durum: Boş ekran sendromu. Kalem tutulması. İlham perisinin kaçması. Düşüncenin suskunluğu. Bölüm boyunca yazar tıkanması olarak anacağımız bu duruma dair düşünüp bu üretememe halinden nasıl kurtulabiliriz, bu süreci nasıl yönetip atlatabiliriz, ünlü yazarlar bu konuya dair neler düşünmüş ve nasıl baş etmişler, bunlara bakacağız.

Boş ekran sendromu ya da düşüncenin suskunluğu: Tıkanma yani 17. Bölümümüz çaylar kahveler hazırsa, sizler hazırsanız başlıyoruz.

Bir önceki bölümde ufacık da olsa bahsetmiştim: Neydi değindiğim şey, gerçek hayatta yazma sürecinin tıkır tıkır işleyen, çarçabuk sonlanan bir süreç olmadığıydı. Dizilerde ya da filmlerdeki gibi başına oturup bitirebileceğimiz bir eylem değildi yazmak, roman yazmak komplike bir eylemdi. Birçok faktörün, birçok çabanın bir araya gelişiyle yavaş yavaş ilerleyen, yazanı için zorlu yolculuklarla dolu, bol bol dönemeçleri olan, kasislerde frenlediğimiz, düzlük gibi görünen yollarda hızlanıp bir an önce yolu tüketmek istediğimiz ama asla böyle bir yolculukta rahatça seyahat edemeyeceğimizi fark ederek, yaşayarak öğrendiğimiz bir süreçti yazmak.

İşte bu yolculukta bir yazarın başına sıklıkla gelmesi mümkün olan durumlardan birisi de tıkanma. Şundan adım kadar eminim ama ispatlayamam: Her yazar bu süreçten geçmiştir. Geçmedim diyen yalan söylüyordur ya da dışa kapanık bir insandır. İçten pazarlıklıdır. Kendini olduğu kişiden farklı gösteriyordur. Bizi kandırıyordur. Bizi geçtik kendini kandırıyordur. Dürüst değildir. Kendine dürüst olmayan bize de doğal olarak dürüst olamaz. Bak şimdi sinirlendim. Nasıl bir yazar tıkanmaz ya, olur mu öyle şey! Yani hadi itiraf edelim, hepimiz bir zaman bunu yaşadık, kendimizi kandırmayalım. Geçtik bilgisayarın başına ve bembeyaz sayfaya uzun uzun, tatlı tatlı, ulan ne güzel bi sayfa diyerek booş boş baktık. Çok baktık. Sonunda dile geldik ya da yazdık. Ama baktık, kabul edelim bunu. Uzunca süre bakıştık arkadaşlar. Yazdığımızdan çok baktık, gelin bunu birbirimize itiraf edelim ve inatlaşmayalım. Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bu günlerde, ayrışmalar yaşamayalım. Hepimiz tıkandık. Dahasını söyleyeyim mi: Tabii siz burada bıkacağımı sandınız, benden çarçabuk kurtulacağınızı, dediğimi kabul ederseniz başınızdan atacağınızı düşündünüz. Benden öyle kolay kurtulamazsınız. Dahasını söyleyeyim: İleride, hiç ummadığınız, beklemediğiniz, kendinize sonsuz güvendiğiniz bir anda başınıza ne gelecek biliyor musunuz? Tıkanacaksınız. Evet, tıkanacaksınız. Ben söyleyeyim de siz isterseniz inanmayın. Başınıza geldiğinde birisi bunu söylemişti bana dersiniz.

Hayali yazar kavgamdan uzaklaşıp konuya yaklaşıyorum tekrardan.

Nedir bu yazar tıkanması? Yazar neden tıkanır? Bu tıkanıklık nasıl açılır, giderilir?

Gelin bu soruların cevaplarını bir yazardan alalım: Ferit Edgü’den.

“Yazmıyorum. Ya da yazamıyorum. Dosyamda birikmiş yazıları, taslakları bile gözdeen geçirip yayımlamak gelmiyor içimden.

Tükenmiş kitaplarımı bile yeniden basılı görmek istemiyorum. Senin hastalığın, Amelie’ninki, Demir’in durumu, burada hiçbir şeylerin yürümeyişi vs. vs.

Yoo, şikayet mektubu yazmaya oturmadım.

Geçenlerde, madem yazmıyorsun, yazamıyorsun, öyleyse oku dedim.

İlkin Canetti’nin özyaşamöyküsünün ikinci cildine el attım. Birinci cildinden pek hoşlanmamıştım. Bunu pek sevdim. Sonra Thomas Bernhard’ın Paris’teyken aldığım Beton’unu okumaya başladım. Bir kez daha, yazmamamın, yazamamanın yazılabileceğini gördüm. Bu karanlık kitabı okurken, garip değil mi, içim ışıdı sanki. Ve her şeye karşın yazılabileceğini (bir-iki eş dost için de olsun) düşündüm.

Yazı masamın başına oturup bir sayfaya, yaz yaz yaz yaz yaz ma ama ma mamamamamama, yazaaamama diye yazmaya başladım.

Her yazıya başlayışta yazmayı yeniden öğrenme zorunda olmak. Ne güç!” s. 99

Okuduğum bölüm, Ferit Edgü’nün yazmış olduğu mektuptan bir parça. 11 Şubat 1985 tarihli ve Tezer Özlü’ye yazmış olduğu mektuptan alıntı. Her Şeyin Sonundayım isimli Tezer Özlü ve Ferit Edgü mektuplarının yayınlandığı kitaptan, kitabın 99. Sayfasından.

Burada Ferit Edgü, içinde bulunduğu ruhsal durum nedeniyle yazmadığını, yazamadığını söylüyor Tezer Özlü’ye. Yazamıyorum, öyleyse neden okumuyorum deyip yeniden kâğıdın başına oturmaya kadar geçen sürece anlatıyor. Ne güç diyor en sonda, her yazıya başlayışta yazmayı yeniden öğrenme zorunda olmak. Ne güç.

Tabii ki burada Ferit Edgü’nün bahsettiği güçlük, yani yazmayı yeniden öğrenmek zorunda kalma durumu bir metafor. Oturup en başından yazmayı öğrenmekten bahsediyormuş gibi yazıyor ancak içinde bulunduğu sıkıntıyı ifade etmek için kullandığı bir üslup olarak bunu görmek zor değil. Sıkıntısının büyüklüğünden, bu yoldaki engelleri tanımlarken seçtiği yoldan, aslında uğraşının ne kadar yıpratıcı olduğunu, bir yandan hayatın gerçekleriyle uğraşırken, bir yandan da kaybettiğini hissettiği şeyi yine aslında kapkaranlık bir metnin içerisinde görebildiğini anlatıyor bize. Yazmanın, yazma çabasının bir arayış, bir arayış içerisinde de bir aydınlanma, bir ferahlama çabası olduğunu sezdiriyor bize.

Tanımlamayı seviyoruz, hepimiz bir şeylere ad koyma hevesindeyiz aslında. Tanımlayamadığımız şeylerden huzursuzluk duyuyoruz. Bir rahatsızlığımız olduğunu düşünüp doktora gittiğimizde doktorun ona teşhis koyması aslında durumu isimlendirmesi olur. Biz ismini, cismini, şeklini bildiğimiz şeyler karşısında daha kontrollü oluruz.

Kısacası tanımlayamadığımız şeyler bizi korkutur.

Bir psikanalist, 1940’lı yıllarda bir tanımlama yaptı. Edmund Bergler, ki kendisi Freud’un öğrencisi, yaklaşık 20 yıl boyunca yazma sıkıntısı çeken yazarlarla görüşüp ortaya bu tanımlamayı attı. Yazar Tıkanması böylelikle literatüre girmiş oldu. Bergler şöyle tanımlıyor bu durumu: Yazarın elindeki metni bitirememesi ya da yeni bir metin kaleme alamaması. 70’li yıllarda ise Yale Üniversitesi’nde iki psikolog Jerome Singer ve Michael Barrios, Bergler’in araştırması üzerine deneyler yapıyor. Sadece bu araştırma için kurmaca ve kurmaca olmayan, şiir ve düzyazı, tiyatro ve senaryo gruplarından oluşan çeşitli bir yazar grubunu işe alıyorlar; altmıştan fazla test uyguluyorlar. İlerlemelerini takip ederek, durumlarını ortaya koyabilmek adına bu yazarlarla sürekli röportaj yaptılar. Kendini tıkanmış hisseden yazarların ortak hissiyatı, sıkı durun: Mutsuzluk oluyor.

 The Newyorker daki inceleme yazısından bir alıntı yapayım:

“Artan öz eleştiri ve azalmış heyecan ve iş yerindeki gurur dahil olmak üzere depresyon ve anksiyete belirtileri, tıkanan grupta yükselmişti; Tekrarlama, kendinden şüphe duyma, erteleme ve mükemmeliyetçilik gibi obsesif-kompulsif bozukluğun semptomları da ortaya çıktı, çaresizlik ve “yalnızlıktan kaçınma” duyguları da ortaya çıktı – yazmak genellikle yalnız zaman gerektirdiğinden büyük bir sorun.

Ancak tüm mutsuz yazarlar eşit yaratılmamıştır. Barrios ve Singer keşfettiklerine göre dört genel tipe ayrıldılar. Bir grupta kaygı ve stres baskındı; Onlara göre yazmanın önündeki en büyük engel, yazma sevincini azaltan derin bir duygusal sıkıntıydı. Başka bir grupta yer alanlarda mutsuzluk, toplumsal ilişkilerde öfke ve kızgınlık yoluyla ortaya çıktı. Üçüncü grup kayıtsız ve ilgisizken, dördüncü grup öfkeli, düşmanca ve hayal kırıklığına uğramış olma eğilimindeydi – duyguları sadece üzgün değil, güçlü bir şekilde olumsuzdu. Bu farklılıklar sonuç olarak ortaya çıkacaktır. Barrios ve Singer’ın keşfettiği mutsuz yazarların farklı türleri farklı şekilde tıkanıyordu.”

Bu inceleme yazısının linkini podcastin açıklama kısmına ekleyeceğim, dileyenler bu kapsamlı yazıyı okuyabilirler: https://www.newyorker.com/science/maria-konnikova/how-to-beat-writers-block

Yazamamak, yazma eylemine zaman ayırmış, onun için çalışan ve çabalayan yazar için doğal olarak bir hayal kırıklığı doğuruyor. Aktardığım araştırmadan da gördüğümüz, deneyimlenmiş ve ortaya atılmış tezlerin de ortaya koyduğu gibi, her yazarın bu durumla baş etme şeklinin başka olduğunu görüyoruz ve yazamamak her yazarda farklı duygusal tepkilere sebep oluyor. Kimisi öfkeleniyor. Kimisi hayal kırıklığına uğruyor. Ama ortak noktaları biraz önce de söylediğim gibi, yazamamak bir mutsuzluk doğruyor.

Bu kadar bilimsel açıklamadan sonra biraz konuyu yazarların bu sıkıntıya karşı vermiş oldukları çözüm önerileri üzerinden ilerletelim.

Joseph Conrad, Gustave Flaubert, Ernest Hemingway, Herman Melville, Tolstoy ve Virginia Woolf, bilinen en meşhur tıkanıklık yaşayan yazarlardan. Yazarlar bu mutsuzluk durumuyla nasıl başa çıkmışlar, yaşayanlara önerileri ne olmuş onları dinleyelim. Bazılarının söylediklerini aktarmak istiyorum.

Ernest Hemingway, şöyle demiş konuya dair:

“İyi gittiğiniz ve devamında da ne yazacağınızı bildiğiniz sırada durmak en iyi yöntemdir. Eğer her gün bunu yapabilirseniz hiçbir zaman bu tıkanmayı yaşamazsınız. Rahat rahat yazabiliyorsanız durun ve ertesi gün yazmaya başlayana dek hiçbir şeyi dert etmeyin. Böylece yazı üzerinde farkında olmadan daha mantıklı düşünürsünüz. Ancak bilinçli olarak bu konuyu kafanızda evirip çevirirseniz ya da ertesi gün devam edemeyeceğinizi düşünürseniz, daha yazmaya başlamadan zihniniz yorulmuş olur.”

Yani yazarken, iyi gittiğiniz esnada durun ve o ilhamı ertesi güne de sarkıtın. Böylelikle hem kendi sürekliliğinizi sağlamış olursunuz hem de yazınız üzerinde farkında olmadan mantıklı düşünerek hareket edersiniz, diyor.

Ray Bradbury’in konuya bakış açışıysa şöyle:

“İnsanların aklında şu sorular var: “Eğer yazar tıkanması başımıza gelmişse ve bunun farkına bile varmamışsak ne yapmamız gerekir? Bir anda yazarken tıkanırsak bunu nasıl çözeceğiz?” Aslında cevap basit değil mi? Muhtemelen yanlış yoldan ilerliyorsunuz. Oturmuş yazı yazarken bir anda zihniniz duruyor ve “Bu kadar,” diyor. Tamam, uyarıyı aldınız, öyle değil mi? Bilinçaltınızın size “Yeterli,” dediği an bu. Bu sayede ben hayatımın bir gününü bile “çalışarak” geçirmedik. Yazı yazıyor olmanın verdiği tatmin beni gün be gün mutlu etti. Bana ve benim mutluluğuma özenmenizi istiyorum şimdi. Kendinize bir sorun “Yazı yazmak beni mutlu ediyor mu?” Ve eğer yazar tıkanmasından muzdaripseniz, yazmakta zorlandığınız şeyi derhal bir köşeye koyarak ve başka bir şeyle uğraşarak bunu tedavi edebilirsiniz. Demek ki yazmak için yanlış konuyu seçmişsiniz.”

Bradbury, daha kesin bir bakış açısına sahip sanki. Yani yazamıyorsanız, o konuya dair yazamıyorsanız, mutlu olduğunuz bir işi yapma niyetindeyken, kendinizi niye mutsuzluğa hapsediyorsunuz ki, diye yerinde bir soru soruyor.

Mark Twain’se şöyle diyor “İlerlemenin sırrı başlamaktır. Başlamanın sırrı, karmaşık, bunaltıcı görevlerinizi küçük, yönetilebilir görevlere bölmek ve ardından ilkinden başlamaktır.” Yani böl ve yönet taktiğini uyguluyor Twain.

Peki, diyeceksiniz ki Caner sen de bir şeyler karalıyorsun, sen hiç tıkanmadın mı? Tıkandım tabii ki, tıkanmaz olur muyum? İlk romanımı yazarken baya uzun bir süre yazamadığım oldu açıkçası. Özellikle Füsun karakterini yazmaya çalışırken, 4-5 ay kadar bir süre metinden uzak durmuşluğum bile oldu.

Bildiğim, kendimce uyguladığım tüm yöntemleri denedim bu sürede. İşte oyun oynadım. Başka şeyler düşündüm. Oyun oynadım. O zamanlar tam zamanlı çalışıyordum. İşime odaklandım. Oyun oynadım. Başka metinler düşündüm, onların taslaklarını hazırlamaya çalıştım. Oyun oynadım. Sonraki karakterin üzerine düşünmeyi denedim, en azından kitabın diğer kısımlarında ilerlemeyi denedim. Oyun oynadım. Baktım yazamıyorum, kitaplar okudum. Oyun oynadım. Yani bu süreçten çıkabilmek için çok uğraştım. Oyun oynadım.

Şaka bir yana, şaka değil, oyun oynadım tabii, hem de uzunca süreler boyunca. Ben genelde yazmayla alakalı karar verdiğim önemli konulara oyun oynarken karar veriyorum. Oyun oynamak zihnimi inanılmaz derecede rahatlatıyor. Bence oyun oynama alışkanlığımızı çocukluğumuzda bırakarak büyük hata ediyoruz. Bu alışkanlığımızı acilen kazanmamız lazım. Peki nasıl çözüldü tıkanmam: Fark ettim ki ben karaktere dediğimi yaptırmaya çalışıyordum, biraz despot bir yazardım. Bunu fark edince Füsun’la konuşmaya karar verdim. Metnin ilerlemesini istediğim istikamete dair sorular sordum, o bana cevaplar verdi. Verdiği cevaplar üzerinden ben bölümü yazmaya koyuldum. Orta yolu bulduk ve bu kriz çözüldü. Füsun zor bir karakterdi, ileride onunla tekrar buluşacağız, bakalım beni ne gibi badireler bekliyor. Meraklanıyorum.

Evet, kısa bir özet yapıp bölümü noktalayalım. Yazar tıkanıklığı bence çok eski bir hastalık. Ve bu hastalıktan çekmiş yazarlarla dolu edebiyat tarihi. Kimler kimler yok ki aralarında. Böyle olunca, bu konu ilgi çekici olmuş ve üzerine araştırmalar yapılmış. Biri 40’lı yıllarda diğeri ise 70’li yıllarda yapılmış iki araştırmadan bahsettim ve bu araştırmaların ortak noktası, yazamayan yazar ciddi manada mutsuz oluyor ve bunun boyutları yazarından yazarına değişiyor. Farklılaşıyor. Sonrasında meşhur yazarların bu duruma karşı vermiş oldukları tavsiyelerden bir demet sundum sizlere. Umarım bu süreç içerisinde kaldığınızda faydalı olacak önerilerdir bunlar.

Bir bölümün daha sonuna geldik. Her bölüm sonunda yapmış olduğum ufak hatırlatmamı tekrarlayayım. Bu ve önceki bölümlere dair düşüncelerinizi sosyal medya hesaplarımdan ya da [email protected] mail adresim üzerinden bana iletebilirsiniz. Bölümü sevdiyseniz paylaşabilir ve sevdiklerinizin de haberdar olmasını sağlayabilirsiniz. Bu beni mutlu eder.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle. Hoşça kalın.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir