Merhaba, ben Caner Almaz. Yazı Hariç podcast serisinin 18. Bölüm dökümünü okumaktasınız.
Bölümü dinlemek için:
Geçtiğimiz bölümde, yani 17. Bölümde yazar tıkanmasına, boş ekran sendromuna dair biraz konuşmuştuk. Bu bölümde de yazarların yazma ritüellerine biraz değinelim istiyorum. Bu bölüm boyunca pek çok yazarın yazma alışkanlıklarına bakacağız. Kim nasıl yazıyormuş, olmazsa olmazı neymiş, biraz bakalım istiyorum. Bu bölüm için çok güzel bir kaynaktan faydalandım. Onu da bölüm açıklamasına ekleyeceğim: Günlük Ritüeller – Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır? İsimli Mason Curey’nin yazarların, sanatçıların kendi günlüklerinden, otobiyografilerinden ya da onlar hakkında yazılmış biyografilerden yola çıkılarak hazırlamış olduğu kitaptan faydalandım.
Hazırsanız Yazı Hariç’in 18. Bölümü, “Hep aynı şekilde mi yazılır: Alışkanlıklar, ritüeller” başlıyor!
Hepimizin, her insanın bir işi gerçekleştirirken fark etmeden edindiği bazı alışkanlıkları olduğu malum. Söz konusu insanlar yazarlar olunca, bu alışkanlıklar biraz uç noktalara taşınabiliyor. Dünyaca meşhur olmuş çoğu yazarın, yazma eylemini tam zamanlı bir meslekmiş gibi gerçekleştirdiği, kendince bir metot oluşturduğunu ve bunlara sıkı sıkaya bağlı kaldığını görebiliyoruz. Birkaç bölümdür tekrarlıyorum, yeniden tekrarlamış olayım. Bir roman yazmak, bir masaya oturup bitirene kadar çalışmayla maalesef gerçekleşmiyor. Bunun için sıkı bir çalışma ve düzen gerekiyor.
Biraz sonra adlarını anacağım yazarların çoğu, eserlerini üretirken nasıl bir süreçten geçtiğini kendileri anlatacaklar. Demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
İlk yazarımızla başlayalım. Simone de Beauvoir, Fransız yazar ve feminist düşünür.
Simone de Beauvoir, çalışma konusunda pek sıkıntı yaşayan biri değilmiş. 1965 yılında The Paris Review’a verdiği söyleşide, “Genel olarak, güne başlamayı sevmesem de çalışmaya koyulmak için hep acele ederim,” demiş. “Önce bir çay içerim, ardından saat on civarında masanın başına oturup bire kadar çalışırım. Ardından arkadaşlarımla görüşürüm ve daha sonra beşte tekrar çalışmaya başlar ve dokuza kadar devam ederim.” Diye devam etmiş.
1929 yılında tanıştığı Sartre’la 1980 yılında Sartre ölene kadar bir ilişki devam ettiriyor Beauvoir. Sartre’ın teklifiyle birbirlerine her şeyi anlatma koşuluyla başka sevgililer edinebildikleri bir ilişki yaşamışlar. Öğleden sonraları birlikte sessizlik içinde çalışıyor, akşamları etkinliklere katılıyorlar, sinemaya gidiyorlar, akşamları beraber Beauvoir’ın evinde radyo dinliyorlarmış.
Bir diğer yazarımız Patricia Highsimth.
Highsmith her gün, genellikle de sabahları, üç-dört saat yazıyormuş. Güzel Gölge ismini verdiği biyografi kitabında Andrew Wilson şöyle dile getirmiş Highsmith’in ritüellerini: “Doğru ruh halini yakalamak için en sevdiği çalışma yöntemi etrafı sigaralar, küllükler, kibritler, bir kupa kahve, bir çörek ve onun üzerine serpeceği biraz şekerle doluyken, yatağında çalışmaktı. Bir disiplin hissine kapılmayıp yazma işini mümkün olduğunca zevkli hale getirmek zorundaydı. Neredeyse bir cenin pozisyonu aldığını, hatta niyetinin kendisine özel bir rahim yaratmak olduğunu söylüyordu.” Ayrıca yazmaya başlamadan önce sert bir içki içmeye alışkanlığı varmış Highsmith’in. Canlandırsın diye değil de onu manikleştirmesi için içermiş. Hayatının devamında alkol bağımlısı olan yazar, Yatağının yanında bir votka şişesi bulunur ve her sabah günlük limitini belirlemek için şişeye bir işaret koyardı. Ayrıca günde bir paket sigara da tüketirmiş. Hayvanlarla iyi geçinirmiş, kedileri severmiş ve özellikle salyangoz beslermiş. Evinde 300 salyangoz yetiştirmiş. Hatta Fransa’ya kaçak salyangoz sokmuş…
Bir diğer önemli yazarımız Jane Austen. Kalabalık bir ailenin mensubu bir yazar Austen. Bunu romanlarından da anlayabiliyoruz. Kitapta bu durum şöyle anlatılıyor:
Austen, hiçbir zaman yalnız yaşamadı ve günlük yaşamında yalnız kalmak gibi bir beklentisi yoktu. Annesi, kız kardeşi, yakın arkadaşları, hizmetkarları ile yaşıyor ve çok fazla misafiri oluyordu. İçinde yaşadığı aile de rutinlerini etkiliyordu. Fakat bu kalabalıktan bir şikayeti de yoktu, yaşamından memnundu. Austen evin oturma odasında yazıyor ve sık sık da rahatsız edilirdi, her türlü rahatsızlığa maruz kalıyordu. Yazdığı şeylerin başkalarının dikkatini çekmemesi ve kolayca kamufle edilebilmesi için küçük kağıt parçaları üzerine yazıyordu. Ayrıca ön kapı ile çalıştığı oda arasında açılıp kapanırken gıcırdayan bir kapı vardı fakat Jane Austen bu kapının yağlanmasına itiraz etmişti. Çünkü o bu kapı sayesinde birilerinin odaya girmek üzere olduğunu anlıyordu. Austen genellikle ev ahalasi uyanmadan piyano çalardı. 9da kahvaltıyı hazırlar, ardından genellikle annesi ve kardeşleri yanında dikiş dikerken o oturma odasında yazardı. Misafir gelecek olursa, kağıtlarını saklar dikiş işine katılırdı. Akşam yemeği öğleden sonra üç dört gibi servis edilirdi. Daha sonra sohbet edilir, iskambil oynanır ve çay içilir. Akşamları yüksek sesle başka bir roman, hem de Austen ın yazdığı romanlar sesle okunurdu. Bağımsızlık ve mahremiyeti yoktu ama yine de kendini talihli sayıyor. Ailesi çalışmalarına saygılıydı, evi çekip çevirme işini kardeşi yükleniyordu.
Podcastin daimi konuklarından birisi, bu bölümün de konukları arasında. Gustave Flaubert:
Flaubert dünyaca ünlü romanı Madame Bovary’yi 1851’de, annesinin Fransa kırsalında bulunan evinde yazmaya başlamış. Buraya taşınmadan önce Akdeniz’i gezmiş, iki yıldan fazla süren bu uzun seyahat, maceraya olan tutkusunu doyurmuş. Biraz da yorgun düşmüş galiba, vücudunun değişiminden, kilo almasından ve saçlarının dökülmeye başlamasından artık yeni kitabı için hazır olduğunu düşünmüş. Devamını kitaptan alıntıyla ileteyim:
“Bu kitapta mütevazı bir konuyu dikkatli ve titiz bir yazım tarzıyla birleştirecekti. Kitap daha en başından sorun çıkardı. ‘Dün gece romanıma başladım,’ diye yazmıştı o dönem sevgilisi ve mektup arkadaşı olan Louise Colette’e, ‘bu tarzın korkutucu güçlüklerini şimdi görebiliyorum, sade olmak kolay değil.’ Flaubert, her sabah onda uyanıyor ve zili çalarak kendisine gazetesini, mektuplarını, bir bardak soğuk suyunu ve doldurulmuş piposunu getiren olan hizmetçiyi çağırıyordu. Bu zil evdekilere rahat hareket edebilirsiniz de demekti. Flaubert mektuplarını okuyup biraz da piposunu tüttürdükten sonra yataktan kalkamaya karar verene dek kendisiyle sohbet etmesi için annesini çağırıyordu. Çok sıcak bir banyo ve saç dökülmesine karşı uygulanan önlemlerin ardından, yazar saat on bir civarında güne başlamaya hazır oluyordu. Dolu mideyle çalışmayı sevmezdi, hafif bir öğün yerdi. Ancak gündüz saatlerini çoğunlukla gezintilerle ve okuyarak geçiriyor, çalışmaya ancak saat dokuz-on gibi, annesi yatağına çekildikten sonra başlıyor ve ev halkı uykudayken çalışabildiği kadar çalışıyordu. Bütün gereksiz süslemelerden arınmış ve tam olarak doğru sözcüklerle kurulmuş, amansız bir gerçekçiliğe erişmek için yeni bir yazım tarzı oluşturmaya çabalıyordu. Bu kelime kelime ve cümle cümle kurulan işçilik, neredeyse katlanılamayacak kadar zordu.
“Zaman zaman kollarımın yorgunluktan nasıl olup da vücudumdan ayrılmadığını, beynimin neden eriyip yok olmadığını anlamıyorum. Her türlü harici zevkten arınmış konforsuz bir hayat sürüyorum ve devam etmemi sağlayan tek şey, bir tür kalıcı coşku hali. Bazen bu coşku karşısında gözyaşlarına boğuluyorum ama o asla hafiflemiyor. İşimi çileci bir dervişin sırtını kaşındıran keçe kumaşı sevmesi gibi çılgınca ve sapkınca bir hisle seviyorum. Bazen bomboş hissettiğimde hiçbir sözcük çıkmadığında bütün sayfaları karalamalarla doldurduktan sonra tek bir cümle bile yazmadığımı fark ettiğimde bir umutsuzluk batağına saplanıp kalmış halde kendimden nefret ederek bir kuruntunun peşinde beni nefes nefese bırakan bu çılgın gururdan ötürü kendimi suçlayarak kanepe çöküp sersemlemiş halde öyle yatıyorum. On beş dakika sonra her şey değişiyor. Kalbim sevinçle çarpıyor.”
Yavaş ilerleyişinden sık sık şikayet ediyordu. “Bazen cesaretim öyle kırılıyor ki kendimi pencereden atabilirim.”
Bu mücadale neredeyse 5 yıl sürmüştü. 1856 haziran ayına kadar devam etti bu ritüeller. Yıllar sonra ise şöyle diyordu Flaubert:
“Her şeye karşın, çalışmak hâlâ hayattan kaçmanın en iyi yolu.”
Bir diğer yazara geçelim.
Thomas Mann: Her sabah sekizde uyanır ve yataktan çıkıp karısıyla bir fincan kahve içer banyo yapıp giyinir ve sekiz buçukta kahvaltıya otururmuş. Saat dokuz oldu mu yazarın çalışma odasının kapısı kapanır ve ne ziyaretçiler, ne telefonlar ne de aile fertleri kabul edilirmiş. Mann’ın esas çalışma saatleri arasında çocukların da gürültü yapması yasakmış. Aklındakileri bu zaman zarfında yazıya dökmek için kendine çok büyük bir baskı uyguluyormuş. Şöyle diyor bu konuya dair Mann: “Her paragraf bir yolculuğa dönüşür, her sıfat da bir karara.”
Sabah çalışmasının ardından Mann öğle yemeğini yine çalışma odasında yer ve günün ilk purosunu içermiş. Yazarken sigara içiyor, günlük 12 sigara ve 2 puro hakkı tanımış kendine Kendini sınırlamıştı. Sonrasında saat dörde dek gazete, dergi ve kitap okuyan yazar okumaları sona erince bir saatlik gündüz uykusu için yatağına çekilirmiş. Kitaptan devamla “Bu kutsal saatte çocukların gürültü yapmayı yine yasaktı. Saat beşte çay içmek için ailesine katılan Thomas Mann çayın ardından mektuplarını, tanıtım yazılarını veya gazete makalelerini yazıyor bu gelen telefonların ve ziyaretçilerin bölebileceği bir çalışmaydı, sekiz civarı yenen akşam yemeğinin ardından da yürüyüşe çıkıyordu. Aile bazen bu saatlerde misafir de ağırlardı. Eğer misafir yoksa Mann ile karısı akşamı okuyarak ya da müzik dinleyerek geçiriyor, gece yarısı olunca ayrı yatak odalarına çekiliyorlardı.”
Aksiliği ve alkole düşkünlüğüyle meşhur bir yazar ver sırada.
Ernest Hemingway: Tüm yetişkin yaşamı boyunca sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Önceki gece geç saatlere kadar içki içmiş olsa da bu durum değişmezdi, Gregory babasının akşamdan kalmalığa karşı bağışıklık geliştirdiğini düşünür olmuştu. “Babam daima harika görünürdü. Ses geçirmeyen odalarda gözleri siyah kumaşlarla kapatılmış bir bebek uykusu uyumuş gibi.” Hemingway, 1958 yılında The Paris Review’a verdiği röportajda sabah saatlerinin onun için önemini şu şekilde açıklıyordu: “Bir kitap ya da öykü üzerinde çalışırken, mümkün olduğunca sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yazmaya başlarım. Sizi rahatsız edecek kimse yoktur, hava serin ya da soğuk olur; çalışmaya başlar ve yazdıkça ısınırsınız. Yazdıklarınızı okur ve yazmaya kaldığınız yerden devam edersiniz. Hâlâ enerjinizin kaldığı ve bundan sonra ne olacağını bildiğiniz bir noktaya gelince durur, ertesi gün yeniden işe koyuluncaya dek hayatınıza devam etmeye çabalarsınız. Mesela sabahın altısında başlamışsınızdır, öğleden biraz öncesine kadar kesintisiz yazmışsınızdır. Durduğunuzda hafiflemiş gibisinizdir. Ama aynı zamanda sevdiğiniz birisiyle sevişmiş gibi. Kesinlikle boş değil, doymuşsunuzdur. Hiçbir şey canınızı yakamaz, başınıza hiçbir şey gelemez. Ertesi gün bunu tekrar yapıncaya kadar hiçbir şeyin anlamı yoktur. Mesele o ertesi güne kadar beklemektir. Atlatması zor olan budur.”
Hemingway’in yazma haline dair değişik alışkanlıkları varmış: Üstünde bir daktilo, onun da üstünde bir okuma levhası olan göğüs hizasındaki bir kitap rafına dönük ve ayakta yazardı. İlk müsveddeleri levhanın üstünde eğik duran pelür daktilo kağıtlarına kalemle yazar, çalışma iyi gittiğinde panoyu kaldırır ve yerine daktiloyu koyardı. Günlük kelime randımanını bir çizelgeden takip ederdi. Yazma işi iyi gitmiyorsa, genellikle romana paydos eder ve yazmanın berbat sorumluluğuna ya da kimi zaman dediği gibi berbat yazmanın sorumluluğuna hoş bir ara fırsatı sağlayan mektup yanıtlama işine girişirdi.
Bir diğer yazara geçiyoruz. Konuğumuz Scott Fitzgerald:
Direkt kitaptan aktarıyorum: Edebi kariyerinin başında dikkate değer bir öz disiplin sergiledi. 1917 de orduya yazılıp kampa gönderildiğinde, Preston Üniversitesinden terk, yeni 21 yaşına girmiş bu genç, sadece üç ayda 120 bin kelimelik bir roman yazmıştı. Başlarda akşam etüt saatlerinde kitabının arkasına gizlediği kağıt destesine yazarak çalışıyordu. Bu numara fark edilince Fitzgerald yazma işini hafta sonlarına kaydırdı. Cumartesileri öğleden sonra 1’den gece yarısına ve pazarları sabah altıdan akşam altıya ordu evinde yazıyordu. 1918’de sonradan büyük değişiklikler geçirip Cennetin bu yanı halini alacak olan kitap taslağını yayınevine postalamıştı.
Askerlik sonrası yazı hayatında Fitzgerald, düzenli bir plana uyma konusunda sorunlar yaşadı. 1925’de Paris’te yaşarken, genellikle 11’de kalkar, 5’te yazmaya başlamayı dener ve kesintili olarak sabahın 3buçuğuna kadar çalışırdı. Gerçekte gecelerinin çoğu Zelda ile birlikte kafeleri turlayarak geçerdi. Gerçek yazma süreci kısa süren yoğun yazma patlamaları esnasında gerçekleşirdi. Bir oturuşta 7-8 bin kelime yazdığı olurdu. Yaratıcılığı için alkolün elzem olduğunu düşünmeye başlamıştı. Nefesi kokutmadığı için sek cin içerdi. Daha sonraları alkolün romanlarını sekteye uğrattığını editörüne itiraf ettiği de olmuştu. “Uzun bir kitabın mükemmel bir şekilde planlamak ya da gözden geçirme zamanında keskin bir gözlem ve muhakeme yeteneğine sahip olmak için içkinin pek de iyi bir seçenek olmadığına gittikçe daha fazla inanıyorum.”
Sırada bir gece yazarı var: Balzac çalışırken kendine acımıyor, deyim yerindeyse ‘kendi gözünün yaşına bakmıyordu’. Akşam 18:00’de çok hafif bir akşam yemeği yiyor, ardından uykuya dalıyordu. 01:00’den sonra da 7 saat aralıksız yazıyordu. Saat 08:00’de bir buçuk saat şekerleme yapıyor, 09:30’dan 16:00’ya kadar da sert, şekersiz kahve içerek sabah yazdıklarının düzeltileriyle meşgul oluyordu. (Günde 50 fincan kahve içtiği söylenir.) 16:00’da yürüyüşe çıkıyor, eve dönüp banyo yapıyor, birkaç ziyaretçi kabul ediyordu. Balzac’ın yazmak dışında bir hayatı sanki yoktu.
Sırada koşmazsa yazamayan, Nobel aday listesine ömürlük adaylık hakkı olan bir yazar var, kendisini ben çok severim. Alışkanlıkları ve rutinlerine dair şöyle diyor Haruki Murakami: “Roman yazma moduna girmişsem, sabah 04:00’te kalkarım ve yaklaşık beş altı saat çalışırım. Öğleden sonra 10 kilometre koşar veya 1500 metre yüzerim. Yahut bazen ikisini de yaparım. Sonra biraz kitap okur, müzik dinlerim ve saat 21:00’de yatarım. Bu rutini tek bir gün bile değiştirmedim. Tekrarlar çok önemlidir, sihir gibidir. Bu şekilde kendimi daha yüksek bir zihinsel seviyeye ulaşabileyim diye hipnotize ettiğimi söyleyebilirim. Altı ay veya ileri durumlarda bir yıl bu zihin durumunu muhafaza etmek maddi manevi büyük güç gerektirir. Bu durumda bir roman yazmak zorlu bir mücadelede ayakta kalmaya çabalamak gibidir. Romancıya sanatsal yetenek kadar fiziksel güç de gerekir.”
Bir diğer disiplinli yazar da Stephen King: “Her sabah bir bardak su veya bir fincan çay alırım. Ve yaklaşık 08:00-08:30 arası işe başlarım. Ağzıma bir vitamin atarım önce, sonra müziğin sesini açarım ve hep aynı koltuğa otururum. Masamın üzerindeki kağıtlar düzenli olmalı, hep aynı yerde durmalı. Bunları her gün aynı biçimde yapmamın sebebi zihnime ‘Hazır ol! Az sonra hayal kurmaya başlayacaksın’ demektir.”
Uzun uzun bahsettiğim gibi çoğu yazarın belirli bir rutini ve alışkanlığı var yazmaya dair. Peki benim alışkanlıklarım nasıl, kısaca bahsedeyim: Ben genellikle geceleri yazıyorum. Klasik ya da hafif müzik eşliğinde, kahve içerek. Çay da olur. Puro sevmem. Yazarken kesinlikle alkol kullanmam. Zihnimin berrak olmasını isterim. Motivasyon sigarasıyla başlarım ve çok sık sigara molası veririm. Yazdığım yerde kesinlikle sigara içmem. O sigara molalarını seviyorum. Çok uzun boşluklar vermemeye çalışırım, her gün yazamasam da muhakkak metin üzerine düşünürüm. Genellikle oyun oynarken hikâyeleri kurgularım. Oyun oynarken nasıl böyle bir şey mümkün oluyor, ben de şaşırıyorum. Ama oyun oynamak güzel bir şey bence. Bunu bir kere daha söylemiş olayım.
Bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Her bölümün sonunda ritüellerimize dönelim o zaman. Bu ve önceki bölümlere dair düşüncelerinizi sosyal medya hesaplarımdan ya da [email protected] mail adresinden bana iletebilirsiniz. Bölümü sevdiyseniz paylaşabilir, sevdiklerinizin de haberdar olmalarını sağlayabilirsiniz, bu beni mutlu eder.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın!
İlk yorum yapan siz olun