Merhaba, ben Caner Almaz. Yazı Hariç podcast serisinin 16. Bölüm dökümünü okumaktasınız.
Bölümü dinlemek için:
Bu bölümde, bölümün adından da anlaşılacağı gibi biraz daha üzerine çalıştığımız metnin içerisine girmeye çalışacağız. Yazarken kullanma mecburiyetinde olduğumuz anlatım biçimlerinden, cümle dizilişlerine, ifade etme çabalarına, gösterme, sahneleme, diyalog gibi farklı şekillerde dile getirebileceğimiz karakterlerin düşünme ve ifade biçimlerine kadar yine çetrefilli, üzerine tezler, kuramlar, tartışmalar dönen birçok konuya dair biraz düşünmek, kendimle ve sizlerle sohbet etmek istiyorum.
“İyi de o karakter öyle konuşmaz ki!” yani 16. Bölümümüz başlıyor. Çaylar kahveler hazırsa yavaştan sohbete, monoloğa geçelim.
Podcast serimi dinleyenler, artık az çok ne yapmak istediğimi, nereden nereye geldiğimi, bir roman kurmanın aşamaları ve zorlukları üzerine bu podcastte neleri dile getirdiğimi takip ettiler. Konuştuğumuz konuk dostlarımızla sohbetlerimizde de bu konu başlıkları üzerine beraber düşündük ve cevaplar aradık. Bundan sonraki bölümlerde de benzer bir süreç devam edecek. Yani ben kafa şişirmeye devam edeceğim, konuklarımla sohbet edeceğim.
Şöyle düşünebilirsiniz: Bir koşu bandında hiçbir yere varmadan koşuyormuşuz gibi hissedebilirsiniz. Bu çok normal, bazen ben de böyle hissediyorum. Ancak genel perspektifte geniş açıdan baktığımızda, konuştuklarımızı düşündüğümde ben kendi adıma yol aldığımı, yol aldığımızı düşünüyorum.
Yol almaktan konu açılmışken de yazmaya çabaladığım yeni romanımın bugün itibariyle ne durumda olduğundan kısaca bahsedeyim. Tarihe not düşmüş olayım, ilerde dönüp baktığımda, bu bölümleri dinlediğimde neler yaptığımı görmüş olurum. Bu kaydı 21 eylül günü gerçekleştiriyorum. Bugün 21 Eylül Çarşamba. Eylül ayı başı itibariyle, romanın ikinci bölümünü sonlandırdım ve yepyeni bir karakterle devam ediyorum, onu yazmaya başladım. İsmi Oğuz. İkinci bölümünde Birgül bize meramını anlattı. Yaşadıklarını, içine düştüğü durumları, zor zamanlarını dile getirdi. Halil bölümüne göre daha seri yazdığımı ve daha çabuk sonlandırdığımı söyleyebilirim. Her iki bölümün de son hali olduğunu düşünmüyorum, üzerine düşüneceğim ve değiştireceğim noktalar olacak sanırım.
Biraz da bu bölümün konusu olan şeyler yüzünden tekrar yazdıklarıma bakmayı, düzeltmeyi, eklemeler ve eksiltmeler yapmayı bir gereklilik olarak görüyorum. Biraz sonra kendimce bu gereklilikleri anlatmaya çalışacağım. Bunun bir süreç olduğunu ve aslında yazma eyleminin kitap basılana kadar bir şekilde devam ettiğini kendime hatırlatıyorum ara ara. Yapmak istediğimin, yazmak istediğimin en iyisine ulaşmak için uğraşıyorum ve bu bir çaba gerektiriyor. Yeniden okumak, metni tekrar yazmak, silmek, çıkartmak, eklemeler yapmak, bunlar sürecin doğal parçaları.
Burada da bazı şeyleri söylemek istiyorum bu konuya dair, yazmayı düşünen, böyle bir çaba içerisine girişme niyetinde olan dostlarımın bilmesini istediğim şeyler var, bazı kötü haberlerim var size. Roman yazmaya niyetiniz var diyelim. Harika bir hikâyeniz var ve bunu anlatmak, yazmak istiyorsunuz. Süper. Dünyamıza hoş geldiniz öncelikle. Umarım bu meşakkatli yolculukta heba olup gitmezsiniz. Bilmenizi istediğim ilk şey şu: Hani bazı filmlerde, dizilerde karakter oturur bilgisayarın ya da daktilonun başına, harıl harıl bir çırpıda yazar da yazar ve hop bir bakmışsınız her şeyi yazmış bitirmiş. Yayıncı da koşarak onu yayınlamış. Yalan! Oturup başına bitirene kadar yazayım diye bir düşünceye sahipseniz, üzülerek söylüyorum ki biraz hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Çokça hayal kırıklığına uğrayacaksınız, kendinizle aranız bozulacak. Hayatınızda hiç ummadığınız büyüklükteki bir zamanı bu çalışmaya ayırmanız gerekecek. Yazmak için okumaya ihtiyaç duyacaksınız. Çünkü bu işler, yani yazmak maalesef böyle dizilerdeki, filmlerdeki gibi olmuyor. Keşke öyle olsaydı, bir çırpıda bir romanı bitirebilmek mümkün olsaydı.
Roman yazmak, adım adım ilerleyeceğiniz, devasa bir örgüyü, sorunsuzca çalışır hale getirmeye çalıştığınız adeta bir mühendislik işi diyebilirim. Hiçbir mekanik şeyle uğraşmazsınız ama yazmanın da, roman yazmanın da bir mühendisin yapması gereken hesaplara, çizimlere, dikkate alması gereken fizik ve diğer bilim yasalarına benzer işleri vardır. Çünkü bir mimar nasıl bir binayı inşa ederse, yazar da bir metni inşa eder. Onu ayakta duracak hale getirir. Eğer hiçbir bilginiz yokken ev yapmaya niyetliyseniz, size kolay gelsin. Umarım altında kalmazsınız.
Bu iç aydınlatıcı, umut verici, heyecanlandırıcı ve uyandırıcı girişten sonra, konu başlığımıza dönelim ve roman yazarken üslubun, anlatı dilinin, kullanılan kelimelerin, kurulan cümlelerin, sahnelenen anlatının, gösterilen olayların, yer verilen metaforların, imgelerin önemine biraz değinelim.
Tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum. Bu podcast serisinde dile getirdiklerim tamamen kendi şahsi görüşlerim. Herhangi bir akademik kaynak, bilimsel kanıt ve benzeri olduklarına dair bir iddiam yok. Kendi düşüncelerimi dile getirmeye gayret gösteriyorum. Umarım sizleri de bu konular üstüne düşünmeye itebiliyorumdur.
Sizlere iki soru sorarak başlayayım, düşünedurun, ben de bu soruların cevaplarını podcast içerisinde yanıtlamaya çalışacağım. Sorularımın ilki şu: Kafka’nın uzun öyküsü Dönüşüm’ü bilirsiniz. Okumadıysanız bile muhakkak konusundan ve karakterinden haberdar olmuşsunuzdur diye düşünüyorum. Şöyle başlar Dönüşüm:
“Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerinden uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş buldu.”
Böyle başlıyor kitap. Peki Franz Kafka, durup dururken karakterini neden bir böceğe dönüştürmüştür?
İlk sorum bu. Diğer soruma geçiyorum: kısa ve öz bir soru: Sizce “Bir yarasa olmak nasıl bir histir?”
İki sorum da hayvanlar aleminden oldu. Denk geldi diyelim. Bu soruları düşünmenizi istiyorum. Bu sorulara birazdan döneceğiz.
Podcastin 13 ve 14. Bölümünde bir başka sorumuz vardı hatırlarsanız. Sorumuz şuydu: Bize bu hikâyeyi kim anlatıyor? Ve bu bölümlerde anlatıcının önemine dair konuşmuştuk.
Elimizde harika bir hikâyemiz var, diyelim. Bunu okura anlatmak istiyoruz ve anlatıcılarımızı, karakterlerimizi belirledik. Anlatıcımız belli olduktan sonra, yazarın karar vermesi gereken ve metni inşa ederken problemlerini gidereceği en temel konulardan birisi şudur: Peki anlatıcımız, bize bu hikâyeyi nasıl anlatacak. Karakterlerin, anlatıcının dili, üslubu, nasıl şekillenecek ve nasıl gelişim gösterecek.
Bunu size şöyle ifade edeyim, dizilerden filmlerden gidiyoruz yine aynı şekilde devam edeyim: Bir dizi izliyorsunuz ve başta başrol oyuncusunu sevmediniz diyelim. Ama izlemekte ısrar ettiniz ve bir süre sonra, birkaç bölüm sonra ve hatta dizi bittikten sonra başrol oyuncusunu sevdiniz, başına gelen talihsiz şeylere üzüldünüz, mutluluğunda sevindiniz. Siz de onunla beraber bir yolculuk geçirdiniz.
İşte biz buna karakterin gelişimi diyoruz.
Aynı film ve dizilerde olduğu gibi, kurmaca bir edebi eserde de bunun işlemesi, çalışması, okurun muhatap olduğu karakterlerde bunu gözlemleyebilmesi, hissedebilmesi gerekli, diye düşünüyorum. İyi bir hikâyeniz var ve bunu yazmak istiyorsunuz. Başta zorluklarını ve acı gerçeklerini biraz dile getirmiştim, acımasızca. Tekrar kusura bakmayın. Bu hikâyeye kuracağınız ya da kuramayacağınız anlatım şekli, üslup, kurgu, olay örgüsü gibi temel noktalar, onu vezir de edebilir, muhteşem bir romana da dönüştürebilir, okuyanı pişman eden, hayal kırıklığına uğratan bir deneyime de dönüştürebilir. Eğer okuru pişman ederseniz, üzgünüm, bir okur kaybettiğinizi düşünebilirsiniz. Okurun artık o yazara ikinci bir şans vermesi çok zordur. Kendinizde bunu sorgulayabilirsiniz.
Sorularımın ikincisini hatırlatayım size: Bir yarasa olmak nasıl bir histir? Sorumuz buydu. Bu soru bilinç felsefesi üzerine çalışan Thomas Nagel’ın bir makalesinin başlığı ve doğal olarak ilgi çekici bir konu. Çokça tartışmaları dönmüş. Farklı tezler ortaya atılmış. Merak edenler bu metni internette bulup okuyabilirler. Nagel, bu sorusunun cevabında, Bir insanın bir yarasayla yer değiştiremeyeceği ve insan açısından tahayyül transferinin imkansız olduğunu sonucuna varır, özetle vardığı sonuç şöyle:
“Bu, hayal edebildiğim kadarıyla (ki çok fazla değil), bir yarasa gibi davranmanın benim için nasıl bir his olacağını anlatır. Fakat mesele bu değildir. Ben bir yarasa için bir yarasa olmanın nasıl bir his olduğunu bilmek istiyorum.”
Bu soruya muhtemelen hepimiz başka yanıtlar veririz, çoğunlukla da benzer yanıtlar ortaya çıkar.
Fakat yazarlar için böyle değil. Yine Kurmaca Nasıl İşler? Kitabından bir alıntıyla bu soruya benim de katıldığım bir cevap verelim: Coetzee, bu sorudan yola çıkarak aynı isimli bir roman yazar. Romanda, roman yazarı bir kadın kahraman yaratır ve karakteri Nagel’a şöyle yanıt verir:
“Castello, bir yarasanın nasıl hissettiğini hayal etmenin, kısaca iyi bir romancının tanımı olduğunu söyler. Ben bir ceset olduğumu hayal edebilirim, der Castello, öyleyse, neden bir yarasa olduğumu hayal edemeyeyim?” s. 112
Yazma eylemiyle uğraşıyorsak, bir şeye niyetlenmiş, kalkışmış oluruz: O da yaratma cesaretidir. Kendimizde o gücü buluruz. Başladığımız yolculukta her şey mümkün olur. İster yarasa, ister bir böcek, ister bir palto, ister bir insan, karakterimiz sizin kontrolünüzdedir ve onun ne yapacağına, neyi nasıl anlatacağına yazarı karar verir. Bu büyülü, büyülü olduğu kadar da insanın sınırlarını zorlayan ve düşünsel olarak yorucu bir deneyimdir.
Bu deneyimde, yani bir roman yazma çabasında, yaptığımız işin büyülü olmasını sağlayan şeyse, onu nasıl anlattığımızdır. Kafka, karakteri Gregor Samsa’yı öyle anlatmıştır ve ona öyle bir dünya kurmuştur ki, yattığında insan olan Samsa’nın sabah olduğunda bir böceğe dönüştüğüne inanırız, inanmakla kalmaz onunla beraber anlatısında yaşadıklarını dinler, ilişkilerini görür, onun dış dünyaya, dış dünyanın ona bakış açısını soluksuzca okuruz, izleriz.
Buradan da ilk sorumuza dönmüş olduk ve süreç bize bu sorunun da cevabını getirmiş oldu. Anlatıcının karakter tercihinin, o karaktere yüklediği anlatım misyonunun, metafor gücünün bir metni ne noktalara taşıyabildiğini böylelikle görmüş oluruz. Bu noktada Dönüşüm öyle güzel bir örnektir ki, yazıldığı günden bugüne etkisini kaybetmemiş, ifade ettiğinden çokça fazla anlamları okuruna, edebiyata, sosyolojiye, felsefeye taşımıştır ve bu da bize doğru şekilde, kusursuz bir metin yazmanın gücünü gösterir.
Geçtiğimiz hafta birkaç yazar arkadaşımla diyalog kurmanın zorluğuna dair konuştuk. Bir metin üzerine çalışırken kurduğu diyalogların karaktere ait olup olmadığına dair nasıl çalıştığını anlattı arkadaşım. En sonunda işin içinden çıkamamış ve ev arkadaşıyla beraber tüm gün diyalogları sesli olarak birbirlerine okumuşlar ve nihai haline öyle getirmişler. Gerçeğe yakın, karakterin diline uygun ama okuyanının “İyi de o karakter öyle konuşmaz ki” demeyeceği noktaya diyalogları taşıma çabası.
Kurmaca Nasıl İşler’de de buna benzer bir anlatımla karşılaştım. Hemen onu da size aktarmak istiyorum. Flaubert de yüksek sesle okumayı sevenlerdenmiş. Ermiş Antonius ve Şeytan’ı 32 saat boyunca iki arkadaşına okumuş. Turgenyev onun hakkında, “bu derece şüphe taşıyan bir yazarla” tanışmadığını söylemiş. Flaubert’in yazma çabasının zorlu ve yavaş olduğuna yönelik anlatılan pek çok anekdota rastlamak mümkün.
Peki, şimdi Flaubert olduğunuzu düşünün, Madam Bovary gibi bir eser yazmışsınız. Ve hâlâ bu derece şüphe taşıyabiliyorsunuz. Bu kadar mı önemli bir konu bu?
Evet, işte bu kadar önemli bir konu. Flaubert’in metnin ritmini, adeta bir müzikal dinliyormuşçasına okuruna geçirmeye çalışması, onu her daim “yeterince iyi yazılmış mı?” sorusunda asılı bırakıyor. Bu sebeple çok yavaş ve adeta acı çekerek yazdığı söylenir.
Benim bu noktada dikkat ettiğim çokça şey var. Özellikle farklı karakterlerin kurduğu cümlelerde cümle dizilimleri, kelimelere yükledikleri manalar, olayları anlatış şekilleri, monologlarının akış tarzı, içinde bulundukları ruhsal durumun düşünce ve hareketlerine yansıyışı, arkadaşlarıyla, aileleriyle ve en önemlisi kendileriyle ilişkilerine bakış açılarını, her bir karakter özelinde dikkatlice ayrıştırmaya gayret gösteriyorum. Yaşamaklar’da sonradan baktığımda zorlama gelen, canımı sıkan yerler olduğunu söylemiştim daha önce. Yazdığım yeni romanda bu şekilde hissetmemek için çalışıyorum diyebilirim. Başta kısaca bahsettiğim gibi hâlâ yazmaya devam ediyorum. Yazmayı bitirdikten sonra okuyacağım ve belki yeni baştan yazacağım, bilmiyorum. Belki sadece değişiklikler yapacağım, kurgusuyla oynayacağım, karakterleri belirginleştireceğim ya da silikleştireceğim. Bunu okumak, yazmak, tekrar yazmak, eksiltmek, çoğaltmak gibi can sıkıcı bir döngü bekliyor.
Evet, yine çok konuştuğumu hissediyorum. Kısa bir özet yaparak konuyu toparlayalım ve sizlere veda ederek bölümü bitirelim:
Sizlere iki soru yönelttim: Bu soruların ilki Kafka, Dönüşüm’de Gregor Samsa’yı neden bir böcek olarak karakterize etti? Diğeri de “Bir yarasa olmak nasıl bir histir?” sorusuydu.
Yazmaya hevesli bir yazar adayı olduğumuzu düşündük ve elimizde şahane bir hikâye olduğun var saydık. Bu harika hikâye, tek başına yeterli olmayacağı için, anlatıcının bunu bize nasıl aktaracağına karar vermesi gerekli. Nasıl dizi ve filmlerde karakterlerin gelişimlerine şahit oluyorsak, roman içerisinde de bu süreci okura geçirmemizin gerekli olduğunu dile getirdik.
Yazar olarak, yazdığımız metinde bir yarasa olmanın nasıl hissettirdiğini ya da bir sabah bunaltıcı düşlerimizden dev bir böceğe dönüşmüş olmanın yaşatacaklarını anlatacak yolu bulmamız, bulduğumuz yolda ilerlerken okurun beklentilerini karşılayacak bir mühendislik işi ortaya koymamız gerekli diye de devam ettik.
Farklı farklı yazarlardan, onların çabalarından örnekler sunmaya çalıştım. Tabii ki bu konular, her bir alt başlık, uzun uzadıya konuşulabilecek önemli noktalar. Her bir başlık için çokça detaylı yazılmış kuram kitapları, denemeler, araştırmalar, karşılaştırmalı çalışmalar bulabilirsiniz. Benim faydalandığım kitap Kurmaca Nasıl İşler, James Wood’un deneme kitabından faydalandığımı tekrar hatırlatmak istiyorum. Merak edenler için açıklamaya linkini yerleştireceğim.
Bölümün sonuna gelelim. Her bölüm sonunda olduğu gibi sizlerden yine ufak bir ricam olacak. Bu ve daha önceki bölümlere dair düşüncelerinizi sosyal medya hesaplarım üzerinden ya da [email protected] mail adresime iletebilirsiniz. Bölümü sevdiyseniz paylaşabilir, daha fazla insana ulaşmasını sağlayabilirsiniz. Bu beni mutlu eder.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle. Hoşça kalın.
İlk yorum yapan siz olun