İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yazı Hariç Podcast Bölüm 13: Bize bu hikâyeyi kim anlatıyor? – 1

Merhaba, ben Caner Almaz. Yazı Hariç podcast serisinin 13. Bölüm dökümünü okumaktasınız.

Bölümü dinlemek için:

Bu haftaki bölümde biraz yazarı için sancılı bir süreç olan anlatım dilinin belirlenmesi ve bunun yaşattığı sorunlar üzerine bir şeyler söylemek niyetindeyim. Konumuzun başlığı: Bize bu hikâyeyi kim anlatıyor? Bir kitabı okurken, dinlediğimiz hikâyeyi, bize karakter mi anlatmaktadır yoksa yazar mı? Bu sorular üzerine düşünüp cevaplar bulmaya çalışacağız. Umarım benimle beraber düşünür ve kendinize cevaplar bulursunuz.

O zaman çayınızı, kahvenizi aldıysanız, yavaş yavaş konumuza giriş yapalım.

Başlarken şunu söylemek istiyorum: Bu bölümde anlattıklarımın, daha doğrusu podcastin bölümlerinde dillendirdiğim meselelerin akademik bir doğruluğu olduğunu iddia etmiyorum. Sadece kendi düşüncelerimi paylaşıyorum. Kendi deneyimlerim üzerinden yaşadıklarımı anlatma gayreti taşıyorum ve bu bölümde de buna devam edeceğim.

Bir okur olarak baktığımda şöyle düşünüyorum: Bu konu, yani kitabın anlatıcısı çok düşünülen bir nokta değil çoğunlukla. Kitaba başlarsınız, birisi size bir şeyler anlatmaya başlar. Kim olduğunu düşünmeyiz, onun anlattığı dünyaya dalar gideriz. Yani huzuru kaçmış bir okur değilseniz, size o hikâyeyi kimin anlattığını merak etmezsiniz. Elimize aldığımız kitabın anlatıcısının kim olduğunu pek umursamayız. Odaklandığımız şey genelde çok temel şeylerdir: İyi bir hikâye, şanslıysak da kendimize dair fark edeceğimiz birçok nokta. Bize sunulan hikâyeyi sevmeyi, benimsemeyi, onda hayata ve kendimize dair bir şeyler görmeyi umarız.

Ama bir yandan da biliriz, ki bu bir gerçektir: Çünkü okuyorsak, elimizde edebi bir metin varsa okuduğumuz kitapta bir anlatıcı muhakkak vardır. Bu bazen kitabın karakterlerinden biridir. Bazılarında birkaçı birden anlatıcıdır. Bazılarında ise olayı dışarıdan gözlemleyen, olanı biteni bize detaylıca ve tarafsızca sunan, yani her şeye muktedir, her karakteri ve anı gözlemleyerek bize sunan dış bir göz bulunur. Hatta bazılarında, bazı üst kurmaca, postmodern metinlerde yazar da metninin içerisinde bir anlatıcı olarak yer alır. Olaylara karışır, dahil olur. Yazdığı metnin hem yazarı hem de karakteri konumuna gelir.

Şimdi, podcastin önceki bölümlerini hemen hızlıca bir gözden geçirelim nelerden konuşmuşuz: Bir roman ya da öykü yazmaya başlamadan önce elimizde anlatılmaya değer bir hikâye bulunması gerektiğini söylemiştik. Okuyanı için pişmanlık duygusu, zaman kaybı duygusu yaşatmayacak, hikâyemiz olduğundan emin olmak lazım. Tabii ki bu hikâyeyi anlatabilmek için kendimizi bu hikâyeyi aktarabilecek şekilde hazırlamamız, çalışmamız, hikâyeyi özümsememizin önemli olduğunu dile getirmiştik. Bu noktada yaptığım araştırmalardan bahsetmiştim. Sevgili Başak Baysallı’yla da onun hazırlıkları üzerine sohbet etmiştik. Sonrasında, doğal olarak karakterleri ihtiyacımız olduğundan bu hikâyeye konu olan karakterlerimizin yaratım süreçlerine dair konuşmuştuk ve bu sürecin ne kadar sancılı, yorucu ve özen gerektirdiğinden bahsetmiştik. Hatta biraz daha ileriye gidip ilk cümlelerin ve son cümlelerin ehemmiyetine dair güzel örnekler vererek ilerlemiştik.

Şimdi, hayal edelim. Hayal kuruyoruz. Zihinsel canlandırma: Ben kendimi düşünüyorum, siz de yazma çabasındaysanız kendinizi düşünebilirsiniz. Kendimizi yazmaya hazır hissettiğimizde, yazma hevesiyle dolduğumuzda, yani Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dizelerinde çok güzel adlandırdığı gibi “Geldin yine birdenbire geldin yine / İçimdeki yazı hayvanı geldin yine” dediği noktaya, o hissiyata ulaştığımızda, bilgisayarın başına geçtiğimizde, bir şeyin farkına varırız ve bu da bu hikâyeyi okura kimin anlatacağına karar vermemiz gerektiğidir.

Şunu bilmeniz gerekir: Burada karar vereceğiniz şey, sizi tüm yazma eyleminiz boyunca etkileyecek bir tercih olacaktır. Çünkü vereceğiniz bu kararla, hikâyenizdeki konumunuzu, yazar olarak konumunuzu da belirlemiş olursunuz.  

Peki bu neden önemli bir noktadır? Okura hikâyeyi kimin anlatacağına karar vermek, metnin yazılmasında nasıl bir rol oynar? Zaten yazar hangi anlatıcı tekniğini kullanırsa kullansın, nihayetinde bize anlatmak istediği hikâyeyi anlatamaz mı?

Hemen sıkı bir örnekle bu sorulara kısaca yanıt vereyim.

Yeraltından Notlar kitabını önceki podcast bölümlerinde anmıştım. Dostoyevski’nin şahanelerinden birisidir. Onun gibi insan ruhunu anlayan ve anlatabilen yazar sayısı dünyada çok az. Dünya edebiyat tarihine yön veren büyük yazarlardan birisi olduğu bir gerçek.

Yeraltından Notlar şu ufak önsözle başlar:

“Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmamasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin göz önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemiş kuşağın bir temsilcisidir. Yeraltı adını verdiğimiz bölümde bu kişi kendisini, düşüncelerini açıklamakta; sanki bununla toplumumuzda niçin bulunduğunu, bulunmasının neden kaçınılmaz olduğunu söylemek istemektedir. İkinci bölüm ise bu kişinin yaşamındaki birkaç olayı anlatan gerçek anılardır.”

İmza F. Dostoyevski

Ve Yeraltı bölümü başlar:

“Ben hasta bir adamım. Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. Üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar. Hayır, hayır, salt hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum. Siz bunu anlayamazsınız. Ama ne ziyanı var, ben anlıyorum ya!”

Ufak önsözün başını tekrar hatırlatayım, şöyle diyor Dostoyevski “Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür.” Önsözün sonunda ise şu cümle var “İkinci bölüm ise bu kişinin yaşamındaki birkaç olayı anlatan gerçek anılardır.”

Burada hemen düşündüğümüz şey, ki kitap boyunca böyle huysuz, hasta ruhlu ve uyumsuz bir karakterin olamayacağını düşünüyorsunuz zaten, kitapta anlatılanların tamamen uydurmaca, kurmaca olduğu. Ancak aynı paragrafın son cümlesinde Dostoyevski aklımıza soru işaretin çengelini takmakta gecikmiyor: İkinci bölümde anlatılanlar tamamen gerçek.

Daha henüz hikâyeye başlamadan bir kargaşanın içinde hissederiz kendimizi ve Dostoyevski zaten bunu amaçlamaktadır. Bunu bizi sersemleterek, neye inanacağımızı şaşırtarak gerçekleştirir ve hikâyesini birinci tekil şahısla anlatmaya başlar. Hikâyeyi karakterimizin dilinden dinlemeye başlarız ve hemen inanırız “Ben hasta bir adamım. Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben.”

Bu ilk cümlelerin, bize beklenmedik bir yakınlık ve tedirginlik hissettirdiğini düşünmeden edemiyorum. Karakterin kime, niye ve neden hınç dolu olduğunu henüz bilmiyoruz. Bu da bir tedirginlik hissettirir. Anlatıcının kendini açmaya başlaması, bizi hazırlıksız yakalar. Direkt ona maruz kalırız ve içini dökmeye başlar. Biz onu dinlemeye başlarız.

Size sorum şu: Bu hikâye üçüncü tekil şahısla anlatılsaydı, böyle olabilir miydi? Bunu kendinize sormanızı istiyorum. Yani dışarıdan bir gözle anlatılsaydı Yeraltından Notlar, anlatıcı gözlemleyen bir göz olsaydı, bu etkileri bizde bırakabilir miydi?

Ben bu soruyu kendime sorduğumda, cevabım hayır oluyor. Yani üçüncü tekil şahısla Yeraltından Notlar, aynı etkiyi bırakmazdı diye düşünüyorum ve bu noktada benimle hemfikir olacakların sayısının fazlaca olduğunu hissediyorum.

Birinci tekil şahıs anlatıcının en etkili yanının bizim karakterle bağ kurmamızı sağlaması olduğunu düşünüyorum. Ben Yaşamaklar’ı yazmaya karar verdiğimde, anlatmak istediğim hikâyenin, okuyucuya geçmesini istediğim duygunun en iyi birinci tekil şahısla ve çoklu anlatımla gerçekleşeceğini düşünüyordum. Yani karakterlerimin her biri yaşadıklarını kendi ağızlarından anlatmalıydılar. Ve hâlâ da böyle düşünüyorum. Farklı bir anlatıcı tekniği uygulamayı deneseydim, hikâyemi tam olarak anlatamayacağımı düşünüyorum. Belki de bu benim yeteneksizliğim, bilemiyorum. Bu da bir özeleştiri olarak burada dursun, söylemiş olayım.

Buradan “Birinci tekil şahıs anlatıcısı en doğru anlatım şeklidir” manası çıksın istemem. Bu konu yazma eylemini gerçekleştiren kişiden kişiye farklılık gösterir ve diğer anlatım teknikleriyle kaleme alınmış şahane kitaplarla dolu edebiyat tarihi. Bu kitapları okuduğumuz için, bunlar denendiği, başarıyla uygulandığı için edebiyat, okumak ve yazmak, başlı başına mucize bir şey.

Farklı anlatıcı teknikleri demişken hemen çok güzel, benim bayıldığım bir kitaptan bahsedeyim, öyle devam edelim: Georges Perec’in Uyuyan Adam romanı. Fevkalade güzel bir kitap. Muhakkak okumanızı isterim. Burada kendime de ufak bir veryansın edeyim: 13 bölüm kayıt yapmışım ama bir kere bile Perec’in adını anmamışım. Çok severim kendisini ve yazma çabasını, denemelerini, eserlerini. Burada kendimi de paylamış olayım.

Uyuyan Adam’da anlatıcı, direkt olarak kendisiyle konuşur. Siz metni okurken, anlatıcının kendisiyle mi konuştuğundan yoksa bize mi seslendiğinden emin olamazsınız. Yani ikinci tekil şahısla yazılmış bir kitap Uyuyan Adam. Ve benim gerçekten okuduğumda etkilendiğim, bu teknikte metinler denemekten kendimi alamadığım ve yapılmasının ne kadar zor olduğunu gördüğüm bir teknik. Başarılı örneklerini okuduğunda insan gerçekten etkilenmeden duramıyor.

Hemen bir alıntıyla demek istediğimi sizlere aktarayım:

“Bir gözden başka bir şey değilsin. Kocaman ve sabit bir göz. Her şeyi gören, yığılan vücudunu olduğu kadar seni de, bakan, bakılan seni de gören, sanki yuvasında tamamen ters dönmüş de hiçbir şey demeden seni seyrediyormuş gibi, seni, senin içini, karanlık, boş, su yeşili, korkmuş, güçsüz içini. Sana bakıyor ve seni olduğun yere çiviliyor. Kendini görmeyi hep sürdüreceksin. Hiçbir şey yapamazsın, kendinden kaçamazsın, kendi bakışından kaçamazsın, hiçbir zaman bunu yapamayacaksın: Hiçbir sarsıntının, hiçbir seslenmenin, hiçbir yanığın seni uyandıramayacağı kadar derin uyumayı başarsan bile, bu göz hep olacak, senin gözün, hiç kapanmayacak, hiç uyumayacak olan gözün. Kendini görüyorsun, kendini gören kendini görüyorsun, sana bakan sana bakıyorsun. Uyansan bile, görüntün aynı, değişmez kalacak.”

Şimdi bu satırları okuduğunuzda ya da dinlediğinizde, sarsılmaktan başka bir şey gelmez elinizden. Anlatıcı o kadar haklıdır ve haklılığı o kadar doğrudur ki çarpılmışa dönersiniz. Çünkü anlatıcımız aslında kendiyle konuşurken siz de kendinizi sorgulamaya başlarsınız ve bu tüm kitap boyunca gider. Okudukça size kendinizi mi sorgulatmaya çalışıyordur anlatıcı yoksa derdi kendisiyle midir, bilemezsiniz. Bu döngüden kaçamayarak okumaya devam edersiniz. Bu da size muhteşem bir okuma deneyimi sunar, diye düşünüyorum.

Üçüncü tekil şahıs anlatıcıya dair örnekleri de sizden isteyeyim, sizi çalıştırayım biraz. Sevdiğiniz ve bana önerebileceğiniz üçüncü tekil şahısla anlatılan kitapları bana sosyal medya hesaplarından iletmenizi istiyorum. Bakalım neler gelecek dinleyicilerimizden, merakla bekliyorum.

Şimdi, bu kadar konuştuk, örnekler verdik. Beni etkileyen örneklerdi ikisi de. Masanın başına dönelim ve düşünelim: Yazarın bu noktada çekinceleri nelerdir? Anlatıcı dilini belirledikten sonra ortaya hangi sorunlar çıkar? Bize aslında hikâyeyi kim anlatır?

Burada Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’nın ufak önsözünü tekrar anımsatayım sizlere. Yazarımız aslında Dostoyevski’dir, bu apaçık gerçek bir şey. Ancak önsözde bu notların sahibi ve yazarının gerçek olmadığını söylemişti hatırlarsanız. Yani, burada aslında kendisini de yok etmeyi, okurunun aklından çıkarmayı, tamamen metinle başbaşa bırakmayı amaçlıyor ve bunu eyleme geçirme işini en başta yapıyor. Çok zekice bir hamle olarak görüyorum. Ki kendisinin bazı romanlarında, özellikle ilk romanlarında okuyucuya direkt olarak hitap ettiği satırlar olurdu. “Sevgili okuyucum,” “Değerli zamanını bana ayıran okuyucularımız” gibi seslenmelerde bulunurdu.

Metnin gözlemcisi, avaresi, anlatıcısı, gören gözü, detaylandıran ve bunları oturup kağıdın başına yazan kişi, yazar mıdır? Yoksa karakter midir? Yazar metnini yazarken kendini karakterlerinden, gören gözden ne kadar soyutlayabilir? Karakterlerinin duyguları, düşünceleri, gördükleri ve yaşadıklarında yeri ne yoğunluktadır?

Çok soru oldu ve sorularımız birikti değil mi? Gerçekten cevaplanması gereken ve çoğaltılabileceğini düşündüğüm sorular hâlâ önümüzde duruyor. Ben bu konu için bir kılavuz kaynaktan faydalandım ve bir sonraki bölümde bu kitabın üzerinden ilerleyerek devam etmek istiyorum. Kaynak kitabım James Wood’un Kurmaca Nasıl İşler isimli kitabı. Merak edenler için podcastin açıklama kısmına kitabın linkini bırakacağım, inceleyebilirler. Bu bölümü burada sonlandıralım ve sonraki bölümde konu üzerinde sorularıma cevaplar bulmaya, beraberce düşünmeye devam edelim.

Her bölümün sonunda yaptığım gibi ufak bir ricada bularak veda edeyim sizlere: Bölüme dair düşüncelerinizi ve varsa iletmek istediğiniz soruları sosyal medya hesaplarım üzerinden bana iletebilirsiniz. Bölümü sevdiyseniz paylaşabilir, sevdiklerinizin, dostlarınızın da haberdar olmalarını sağlayabilirsiniz. Bu beni mutlu eder.

Beni dinlediğiniz ve zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir