Merhaba, ben Caner Almaz. Yazı Hariç podcast serisinin 14. Bölüm dökümünü okumaktasınız.
Bölümü dinlemek için:
Bu bölümde, 13. Bölümde kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bir önceki bölümde sorumuz “Bize bu hikayeyi kim anlatıyor”du ve bu başlık üzerinden konuşmaya başlamıştık. Konuştukça sorularımız artmış ve bu sorulara cevap arayışlarımız devam ediyordu. Bu bölümde kendimize sorduğumuz ve ortaya çıkacak yeni sorulara cevap bulma niyetindeyim. Umarım sizler de bu sorulara kendi cevaplarınızı bulmuşsunuzdur.
Çaylar, kahveler hazırsa cevaplar bulmaya, yeni sorular doğurmaya yani 14. bölüme başlayalım.
Bir önceki bölümden bize miras kalan sorularımız nelerdi, hemen hatırlayım kendime ve sizlere. Konunun gidişatı bizlere şu soruları doğurmuştu:
Metnin gözlemcisi, avaresi, anlatıcısı, gören gözü, detaylandıran ve bunları oturup kağıdın başına yazan kişi, yazar mıdır, yoksa karakter midir? Yazar metnini yazarken kendini karakterlerinden, gören gözden ne kadar soyutlayabilir, karakterlerinin duyguları, düşünceleri, gördükleri ve yaşadıklarında yeri ne yoğunluktadır?
Bu sorular için de bir kitaptan faydalandığımı ve bu kitap üzerinden pekiştirmeler yapacağımı söylemiştim. James Wood’un Kurmaca Nasıl İşler isimli kitabından alıntılarla cevaplarımı pekiştirmeyi düşünüyorum.
Bir alıntıyla konuya giriş yapmak istiyorum. Gustave Flaubert 1852 yılında kaleme aldığı bir mektubunda şöyle diyor:
“İşinin başındaki yazar, evrendeki Tanrı gibi olmalıdır; her yerde vardır ama hiçbir yerde görünmez.”
Flaubert modern romanın kurucularından ve yazdıkları pek çok yazara ilham vermiş çok önemli bir yazar. Madam Bovary gibi bir klasiği edebiyat tarihine kazandırmış birisi. Kendisi ilk gençliğinde yazdıklarıyla arkadaş çevresinde başarısız bir yazar olarak görülmüş ve bu onu ziyadesiyle üzmüş. Ancak yaptıkları, yazdıkları ve düşünceleri günümüzde hâlâ eşik olarak kabul görülüyor, bu nedenle az önceki alıntısını sizlere iletmek istedim.
Flaubert’in bu cümlesi aslında pek çok sorumuza bir cevap niteliği de taşıyor. Cümlenin özünde, yazarın yazdığı roman içerisinde kendisini saklamayı becermesi gerektiğini dile getiriyor ki bu bir cümleyle ifade edilebilecek kadar kolay ama uygulamada olabildiğince zor bir iş. Bu nedenle çoğu yazarın bu konu üzerine çalıştığını, düşündüğünü, kararsız kaldığını ve stres altında yazmaya gayret gösterdiklerini söyleyebilirim. Çünkü bu, yani yazarın metin içerisinde kendini saklayabilmesi, karakterlerin dilini belirginleştirebilmesi, onları okurun nezdinde gerçek kılabilmesi, roman yazmanın en temel noktalarından bazıları bana göre. Nihayetinde okurken bir anlatıcıyla muhatap oluruz ve bu anlatıcının sorunsuz, sıkıntısız, berrak ve kurmaca içerisinde rolünü problemsizce yerine getirdiğini görmek, deneyimlemek isteriz. Bunlar bizim okuma deneyimimizi iyileştirecek şeylerdir aynı zamanda. Metinde kullanılan dilin, anlatıcı dilinin incelikle oluşturulması, kurulması ve gösterilmesi gerekli, diye düşünüyorum.
Bu noktada Kurmaca Nasıl İşler kitabından bir alıntıyla bunun ne denli zor bir süreç olduğunu ifade etmeye çalışayım. Kitabın 34. Sayfasında şu cümleleri kurmuş James Wood:
“Romancı her zaman için en az üç dil ile çalışmaktadır. Yazarın kendi dili, üslubu, algısal donanımları ve bunun gibi diğer özellikleri vardır; karakterin dili, üslubu, algısal donanımları ve bunun gibi diğer özellikleri vardır ve bir de dünyanın dili diyebileceğimiz şey vardır. Bu dil, gündelik konuşma dili, gazete, ofis, reklam, lok ve kısa mesaj dilidir. Bu anlamda, romancı üçlü bir yazardır ve günümüzde çağdaş yazar özellikle de bu üçlü durumun baskısını üzerinde hisseder.”
Eğer bir metin yazmaya çalışıyorsak, her daim bizi zorlayan üç dil problemiyle karşı karşıya kalırız. Bu dillerden hangisini kullanacağımız, ne kadar metin içerisinde kullanacağımız sorunumuzun temelini oluşturuyor bir bakıma. Yazar olarak kendi dilimizi metin içerisinde ne denli kullanacağız? Karakterlerimizin dilini nasıl oluşturacağız ve gündelik hayatın, akışkan hayatın dili metnimizde ne kadar kendisine yer bulacak.
Burada yazarın önceliğinin anlatıcı biçimine karar vermek olduğunu söylemiştim bir önceki bölümde. Eğer karakter anlatıcı tercihiyle ilerleyeceksek oluşturacağımız dili o karakter özelinde kurmamız ve okuru buna ikna etmemiz gerekecek. Her karakteri de ayrıca yaratmak gerektiği için, ki roman yazmanın temelinde biraz da bu yattığından, her karakterde farklı bir anlatım dili kurmak gerekli. Erkek karakterlerin konuşma dilinin, hareketlerinin, tercihlerinin, düşüncelerinin kadın karakterlerden farklı oluşturulması gerektiğini söylemem gereksiz diye düşünüyorum. Bunun gibi temel olarak dikkat edilmesi gereken, ince ince düşünülüp kelimelere dökülmesi gereken pek çok nokta doğar ve bunları yazarın çözmesi gereklidir. Keza benim şu an yaptığım gibi günümüzde geçmeyen bir roman yazmaya çalışıyorsanız, günlük hayat alışkanlıklarından, insanların konuşma dillerine, o dönemin sanat ve kültür ekseninden, siyasetinin insan psikolojisi ve toplum sosyolojisine etkilerine kadar çok fazla şeyi işin içine katmanız gerekiyor. Böyle detaylıca aktarınca ne kadar zorlayıcı bir iş olduğunu söylemekte haklı olduğumu düşünmeden edemiyorum.
Bu açıdan baktığımızda da birden fazla kahramanlı romanların ne denli yorucu olabildiğini söylemek zor değil. Yaşamaklar’ı yazarken ve şu an yazmaya çalıştığım yeni romanımı üretirken zorlandığım noktalardan birisi bu konu ve bunu kendime bir kere daha sesli anlatma gereksinimi hissettim. Podcastin bu bölümleri de bu düşüncelerin bir sonucu. Hem yazarken yaşadığım sıkıntıları dile getiriyorum hem de kendimi motive etmeye çalışıyorum. Bu sıkıcı bölümleri dinlerken sizlere de sabırlar diliyorum. Umarım bana katlanabiliyorsunuzdur.
Yazar ve karakterin dillerinin farklılık göstermesinin ne kadar önemli olduğunu dile getirdik. Bu durum, doğal olarak okur tarafından görünmeyen bir gerilim doğuruyor. Yazarın kendi dili ile karakterine yüklediği anlatıcı dili arasında doğan gerilim bahsettiğim şey. Karakter, onu yaratan yazarından farklı bir dile sahip olduğundan, daha doğrusu başka bir anlatım diline sahip olması gerektiğinden söyleyeceği şeylerin yazarın söyleyebileceği şeylerden farklı olması gerekiyor. Metni okuduğunuzda, okuduğunuz satırların karaktere ait olmasını beklersiniz. Benim kendi okuma deneyimlerimde dikkat ettiğim ve bahsettiğim şekilde anlatıcıyla yazarın dilinin karışması noktası beni en çok rahatsız eden noktalardan birisi diyebilirim. O karakterin metin içerisinde kullanmayacağı kelimeler, cümlelerle karşılaşıyor olmak. Okurken buna ne kadar dikkat ediyorsunuz bilmiyorum ama okuma ve yazma üzerine düşünen kişilerin buna dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum ben.
Okuduğumuz metinde karakterlere alışırız ve bir süre sonra da onları tanırız. Yapacaklarını, anlatacaklarını, tepkilerini, düşüncelerini bir nebze de olsa sezinleyebiliriz diye düşünüyorum. Burada muhatap olduğumuz kişinin artık yazar değil de karakter olduğunu düşünmeye başlarız. Ama aslında okuduğumuz satırları bize ileten kişi yazardır. Bu doğal bir kabul etme, görmezden gelmedir. Sözsüz bir anlaşma gibi düşünebiliriz. Fakat bazen metnin akışında yazarın bariz olarak ben buradayım diye bağırmasını, kendisini metnin içerisinde saklayamamasına denk gelebiliriz. Bu bilinçli olarak yazarın tercih ettiği bir şey olabilir lakin biraz önce Flaubert’ten yaptığım alıntıda da belirtildiği gibi yazarın görünmez olmayı becerebilmesi gereklidir. Yazar kendini dizginlemeli, karakterinden kendini kopartmalı ve oluşturduğu anlatının gidişatını bozacak girişimleri durdurabilmelidir.
Burada bir özeleştiri yaparak devam edeyim: Yaşamaklar’da, Anlamın Neliği ve Şeylerin Neliği bölümlerinde karakterin sesinin içerisine çok fazlaca kendi sesimin karıştığını görüyorum ve bu beni rahatsız ediyor. Yeni romanda bu konu üzerine çalışıyorum, kendi sesimi törpülemeye gayret gösteriyorum.
Örnek vermem gerekirse Anlamın Neliği bölümündeki şu paragraf ve devamındaki uzunca paragraflar yazarının sesidir yani benim kendi düşüncelerimdir, demeden duramıyorum kendime:
“Yaptığımız işlerin, gündelik telaşların hayatımızdaki yerini anlamaya çalışıyorum. Bizden geriye ne kalacak? Burada yaptıklarımız, etrafımızdaki insanların yaptıkları, hatta dediğin gibi, şu duvarın arkasındakilerin yaptıkları bizden sonraya ne bırakacak? Bütün bunların anlamı ne?”
Sonrasındaki paragrafta kafasında kurcaladığı problemli sorulardan bahsediyor Kenan. Ama ben buna dışarıdan baktığımda, kitabı bütünüyle düşündüğümde Kenan’ın bu kadar derinlikli ve felsefeye yatkınlığının olmadığını görebiliyorum. Babasızlığa bu kadar gömülüyken kendine bunları dert edinebilecek bir yapıda olamayacağını düşünmeden edemiyorum ve bu benim daha önceki bölümlerde bahsettiğim kitaptaki hatalarımdan birisi.
Burada samimi olarak kendi düşüncelerimi sizlerle paylaşıyorum, bir nevi dinleyenlere içimi açıyorum. Hata yapmanın doğal olduğunu hep söylüyorum, nihayetinde insan olduğumuz için hata yapmak bizim doğamızda bulunuyor. Bu kayıtların, bu podcastin bir amacının da kendimi geliştirmek, eğitmek, daha iyi bir okur ve yazar olmaya çalışmak, beni dinleyenlere de farklı bir perspektif sunabilmek olduğunu tekrar hatırlatarak devam edelim.
Bu bölümde de kendimi iyice, güzelce eleştirdiğime göre devam edebiliriz.
Kendimizi geliştirmek, eğitmekten bahsetmişken Kurmaca Nasıl İşler’den bir alıntıyla daha devam edeyim:
Şöyle diyor James Wood kitabın 53. sayfasında: “Edebiyatın hayattan farkı, hayatın sınırsız detaylarla dolu olması ve dikkatimizi nadiren bu detaylara çekmesidir. Oysa edebiyat bize dikkat etmeyi öğretir… Bu eğitim diyalektiktir. Edebiyat, hayatı daha iyi fark etmemizi sağlar; hayata ilişkin bize pratik yaptırır. Bu da bizi edebiyattaki detayları ve aynı zamanda hayatı daha iyi okuyan biri haline getirir. Ve bu böylece sürüp gider. Birçok genç okurun ne kadar dikkatten yoksun olduğunu fark etmeniz için edebiyat eğitimi vermeniz yeterlidir. Yirmi yıl önceki öğrencilik zamanlarımdan kalma, cümlelerinin altı gelişigüzel çizilmiş eski kitaplarımdan bildiğim şey, o zamanlar, bugün bana sıradan gelen detay, imge ve metaforların altını takdir ettiğimi belirtmek için sürekli olarak çizmiş ve diğer yandan bugün bana harikulade gelen şeyleri tamamen es geçmiş olduğum. Biz okurlar gelişiyoruz ve yirmilikler nispeten bakir kalıyor. Edebiyatı nasıl okumaları gerektiğini öğrenecek kadar eser okumuş değiller.”
Podcastin ilk bölümünün konusu neden okur ve yazarız sorularıydı. Bu sorulara cevaplarımdan birisi de bu. Okurken ve yazarken bir yandan da kendimizi farkında olmadan geliştiririz, hayata ve kendimize bakış açımız değişir, farklılaşır. Yeraltından Notları ilk okuduğumda aldığım hazla geçen yıl son okuduğumda aldığım haz birbirinden farklı olmuştu ve bu benim ne kadar farklılaştığımın bir göstergesiydi. Eminim sizler de daha önce okuduğunuz bir kitabı tekrar elinize aldığınızda farklı şeyler keşfediyor ve farklı hazlar yaşıyorsunuzdur.
Yazar ve karakter arasındaki gerilime geri dönecek olursak şunları da sizlere aktararak bölümü yavaş yavaş kapatalım. Yazar, oluşturduğu karakteri için belirleyeceği kişilikle kendi kalıbının dışına çıkar. Böylelikle karakterine bir gerçeklik kazandırır ve kendini bu gerçekliğin dışında bırakır. Bu çerçeve içerisinde kalarak kendi dilini karakterin dilinden ayrıştırmaya çalışır. Yani bir nevi kendini karaktere yabancılaştırması gerekir. Bir yabancıyı okura sunmaya çalışır ve öngörülemeyecek davranışları o karakterin kişiliği içinde gerçekleştirme gayretini taşır. Kendi kişiliğinde doğrulamadığı çoğu şeyi karakterine yaptırır: Hikâyenin bütünlüğü içinde genel yargının, toplumsal kabul görmüş hareketin dışında bir karar alma ve beklenmedik, umulmadık bir hareket ya da yanlış bir tercih yaptırarak onu okurun gözünde de bir yabancıya dönüştürür. Buradaki amaç okurla karakter arasında bir çatışma doğurmaya çalışmaktır. Bu hikâyesi anlatılmaya değer görülen karakterin okunmaya layık hikâyesi için lazım gelen bir yoldur ve çoğu kitapta bununla karşılaşırız. Burada temel olan şey, yazarın karakterinin dilini, kişiliğini ve öngörülebilirliğini dengeleyebiliyor olmasıdır. Yazarımız “Bu karakter bunu yapar mı ya da bunu söyler mi veya böyle düşünür mü” sorularını okura ne kadar az sordurmayı başarıyorsa, o denli iyi bir anlatım dili oluşturmuştur, diye düşünüyorum.
Bölümün sonuna gelirken, bir özet mahiyetinde konuyu toparlamaya çalışayım: Hatırlayacağınız üzere Bize bu hikâyeyi kim anlatıyor? Temel sorumuzdu. Kendimce cevaplarımı size vermeye çalıştım, kısa bir özetle bölümü kapatalım ve vedalaşalım:
Okuduğumuz kitabın anlatıcısının kim olduğunu keşfederiz ve buna bir süre sonra kendimizi anlatıcının yazar değil de, yazarın belirlediği kişi ya da kişiler yahut izleyen, anlamlandıran ve aktaran üçüncü bir göz olduğunun farkına varırız. Burada da farkına varmadan kabul ettiğimiz bir nokta vardır: Bize okuduğumuz kitabı yazarın değil de anlatıcının aktardığını kabul ederiz. Okur olarak bu kabul edişimiz üzerine çok düşünmeyiz.
Flaubert’in dediği gibi yazarın metin içerisinde her yerde olduğunu hepimiz biliriz fakat yarattığı karakterlerin bize hikâyeyi aktarmasını bekleriz. Burada yazarın yükümlülüğü üzerindeki baskıyı, yani anlatıcı dilini doğru kurma baskısını layıkıyla yöneterek, bize hikâyeyi kendi dili haricinde bir dille ulaştırmak, bunu okurun kafasında soru işareti yaratmayacak şekilde bir yol bularak gerçekleştirmek olduğunu söyleyebiliriz.
Biraz ağdalı bir bölüm olduğunun farkındayım. Yani yoğun bir konu anlatıcı mevzusu. Ben kendimce yorumlamaya çalıştım ve dediğim gibi bunlar bu eylem üzerine düşünen ve bu eylemi gerçekleştiren kişiden kişiye değişebilecek görüşler. Bu konuya dair çokça kafa yorduğunu düşündüğüm insanlardan birisini konuk ederek tartışmayı da isterim. Birkaç bölüm sonra bu konuya tekrar geri dönerek farklı görüşleri de size dinletmek istiyorum.
Burada bölümü kapatalım. Her bölüm sonundaki ricamı tekrarlamak istiyorum. Bölüme dair görüş ve düşüncelerinizi mail adresime ya da podcastin sosyal medya hesaplarına iletebilirsiniz. Ayrıca bölümü sevdiyseniz paylaşabilir daha çok insana ulaşmasına yardımcı olabilirsiniz. Bu beni mutlu eder.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle. Hoşça kalın.
İlk yorum yapan siz olun